Olıvıer Zahm'la Parıs'te

Olıvıer Zahm'la Parıs'te

ELLE ONLINE ELLE ONLINE 24 Şubat 2013
Olıvıer Zahm'la Parıs'te
Nicolas Heron beni ”Comedie Français- Fransız Devlet Tiyatrosu”nun kafesinde bekliyor. Birbirimizi tanımıyoruz ama o benim sarı saçlı olduğumu biliyor. Ben de onun bej renkli bir kamera çantası olduğunu biliyorum. Bir de o günkü ortak Olivier Zahm (Olivye Zam diye okunuyor) planımız var! Dondurucu bir soğukta uçarak geldiğim kafeye girecekken, hemen sağımda gördüğüm meşhur ”Gallimard Yayınları” kitapçısı da beni çağırıyor tabii. Nasıl olsa beş dakikam daha var diye içeriye koşuyorum. Gallimard, Orhan Pamuk'un kitaplarının Fransa'daki yayın hakkını elinde bulunduruyor ama içeriye girer girmez asıl göze batan Albert Camus kitapları oluyor. Paris'e dün geldim. Sonunda Olivier Zahm'ı göreceğim bu yolculuk benim için çok özel ve ta başlangıcından beri çok güzel geçti. Öncelikle, pilotumuz kadındı. Kuşlar gibi uçtuk. Uçakta Camus'nün ”Yabancı”sına başladım. Camus, hem 50. ölüm yıldönümü hem de Fransa'daki göçmen politikalarıyla ilgili yaşanan sorunlar nedeniyle bugünlerde yine gündemde burada. Kitaba başladım ama bitirmedim çünkü çok başka bir şekilde heyecanlıyım.~


Olivier Zahm'la konuşabilmeyi ne kadar uzun zamandır hayal ettiğimi hatırlamasam da, bu konuyla ilgili ilk harekete geçişimi, yani üç ay öncesini iyi hatırlıyorum. O tarihten itibaren Purple dergisinin çıkış kaynağı ve oluşum üssü ”Purple Institute”a bazen günde beş mail attım, bazen geri çekilirmiş gibi yaptım. Aslında, dergilerde hep erkeklere uygulanması gerektiği söylenen ”vur-kaç taktiği”ni Purple ekibine uyguladım. Erkekleri bilemem ama burada işe yaradı! Bir rock yıldızı havasında oradan oraya gezip, durmaksızın partileyen ve basına yazılı demeç vermekten mümkün mertebe uzak duran, yani neredeyse ”imkansız” olan Olivier Zahm'ın ekibine,”Tamamdır, gelsinler,” dediğini öğrendiğim günden beri bu an için hazırım.



NICHOLAS SONRASI OLIVIER



İşte, birlikte çalışacağım fotoğrafçım Nicolas ve bej renkli kamera çantası da karşımda. Yanına gittiğimde onun da heyecanını hissedebiliyorum. Zaten daha önceki yazışmalarımızda bana Olivier'nin çok özel birisi olduğunu düşündüğünü söylemişti. Olsun, ben yine de ona bir kez daha ”Bir Fransız olarak Olivier'yi nasıl bilirsin?” diye soruyorum ve ”Çok büyük kitlelere hitap etmek istemiyor. Daha avangart bir duruşu var. Mesela onu asla televizyonda göremezsin. Bu onun seçimi” yanıtını alıyorum. Biraz daha lafladıktan sonra garsondan hesabı istiyoruz. Heyecanımızı farkedip nedenini sorduğunda, ELLE için çok özel bir röportaja gittiğimizi söylüyoruz. Bize bol şans diliyor. Yürüyoruz. İstikamet Rue Thérése, Purple Institute. Derginin kapısını çalıyoruz. Kapı açılıyor. İçeride üç kişi var. Ama ben içlerinden yalnızca birini, Olivier Zahm'ı görebiliyorum!~


Ona ilk baktığımda, bizim dergide yaptığımız gibi bilgisayarına eğilmiş bir şeyler yazan bir editör görüyorum. Belki de ustalıkla yaptığı röportajlarından birine hazırlanıyordur diye düşünüyorum. İşte bu yüzden daha da heyecanlıyım, zira kendimi bir nevi sınava giriyormuş gibi hissediyorum.



ŞİMDİ OLIVIER KONUŞUYOR



Kafasını kaldırıp “Merhaba”diyor. Bu, her gün görüştüğü arkadaşlarına söylediği sıcaklık ve rahatlıkta bir merhaba oluyor. Biz de Olivier'nin kısa “film noir-kara film” tarzı fotoğraflarını koyarak günlük hayatını yansıttığı “www.purple-diary.com”da hergün fotoğraflarını gördüğümüz odaya geçiyoruz. Purple Institute iki odadan oluşuyor. Büyük odada ilk göze çarpan kocaman bir Amerikan bayrağı oluyor. Küçük odadaysa, üzerinde sayısız çekimin yapıldığı deri kanepe. Bütün o olan biten bu iki odada gerçekleşiyor! Bu da güzel bir şeyler yapabilmek için geniş ofislerden daha başka bir şeylere ihtiyaç olduğunu düşündürüyor... Olivier'ye mi bakayım, yoksa odasına mı göz gezdireyim derken Olivier birkaç dakika izin istiyor. Ben de ofisi gözlerimle karıştırmaya başlıyorum. Kitaplar, kitaplar ve kitaplar. Alfabetik sırayla dizilmiş. Fotoğraf kitapları. Felsefe kitapları. Sanat kitapları. Bir zamanlar yazarı olduğu sanat dergisi “Art Forum”un eski sayıları. Dergiler. Sonra fotoğraf makineleri. Bir çift topuklu ayakkabı. Devasa bir çöp tenekesi. Bir kurukafa. Oraya buraya atılmış çekim malzemesi giysi ve aksesuarlar. Bir duvar Jane Birkin ve Serge Gainsbourg'a ayrılmış vaziyette. Çiftin fotoğrafları.~


Olivier şimdi içeriye geldi. Blackberry'siyle haşır neşir çünkü arayanların ardı arkası kesilmiyor. Bu arada, gelip bize “Bir ?ey içer misiniz?” diye soruyor. Kendisi Light Coca Cola'sını elinden hiç bırakmıyor. Bir yerlerde kaba olabildiğini okumuştum. Hiç de öyle görünmüyor. İnanılmaz sakin ve alçak bir ses tonuyla konuşuyor. Orta boylu, öyle söylendiği gibi kısacık değil ama kesinlikle ufak tefek. Gözünde koyu renk camlı pilot gözlüğü, üzerindeYves Saint Laurent deri ceketi var. Yaşı 46 değilmiş gibi, on yaş kadar genç gösteriyor. Özellikle de fotoğraflarında göründüğünden çok daha genç duruyor. Kesinlikle stil sahibi olsa da, bizi Paris'e asıl getiren, onun farklı dünyaları başarıyla bir araya getirmekteki başarısı.1992 yılında Elein Fleiss'la birlikte başladığı Purple macerası, ufak tefek kesintiler yaşansa da doludizgin devam ediyor.  80'li ve 90'lı yıllarda sanat eleştirmenliğinin yanı sıra, aralarında MoMA ve Centre Pompidou'nun da bulunduğu birçok ünlü müze ve sanat galerisi için 150'den fazla sergiye kürator olarak imza atan Olivier, daha sonra Purple'da bam başka bir maceraya atılıyor. İnişler çıkışlar yaşansa da başarı geliyor. Ancak Olivier Zahm bunlarla pek ilgilenmiyor. Başarıyı ölçmenin mümkün olduğunu düşünmediğini söylüyor ve ekliyor: “Asıl istediğim kendi inançlarım, ütopyam ve hayata bakışım doğrultusunda bir başarı. Yaptığım şey de ütopyamı olasılıklarımla birleştirmek, hepsi bu.”  Ütopyasına gelince... “Paradan, satın alma takıntımızdan kurtulsak ve hep birlikte yepyeni bir hayat kursak. Kendi adıma bir şeyleri değiştirebilmek için elime geçen en ufak bir fırsatı dahi kaçırmıyorum.” Bunları o alçak ses tonuyla ama o kadar heyecanla anlatıyor ki bana. Yaptıklarını ”underground-aykırı” olarak değerlendirenler haklı: Bir şeylerin değişmesini istiyor ve bu konuda hiçde sabırlı görünmüyor.~


NASIL BİR ÖZGÜRLÜK?


Tabi aklıma bir şeyleri değiştirmeye çalışanlarla dalga geçen, boşa uğraştıklarını düşünen ve onları hafife alan insanlar geliyor. Olivier'ye bu değişimi başlatmak adına kendi hayatında neler yapabildiğini sorduğumda aldığım yanıt, ”Belki de bunun için beni başarılı buluyorlar. Yaşadıklarım, fikirlerimle uyum içinde. Bir şey söyleyip, bambaşka bir şekilde yaşamıyorum. Henüz tam anlamıyla özgür olamasam da, bunun için çabalıyorum. Benim için bunun en kolay yolu sanat, moda ve yaratıcı olan ne varsa ondan geçiyor. Türkiye'de durum nasıl bilmiyorum ama hayatın her geçen gün daha da zorlaştığını düşünüyorum.Tek yaptığımız çalışmak ve çalışmak, önemli olan tek şey para ve para. Üstelik insanlar giderek daha da muhafazakarlaşıyor” oluyor. Ona kısaca Türkiye'deki özgür ortamdan(!) bahsediyorum ve hemen sonrasında söylediklerine tüm kalbimle katılıyorum: “İşte tam da bu sebeplerden dolayı, özgür olabilme hayalini kurup onun için mücadele etmemiz ve yaptığımız dergiyle insanlara bir çeşit özgürlük modeli sunmamız gerektiğini düşünüyorum. Etrafımız sanatçılarla, tasarımcılarla, yaratıcı fikirlerle donanmışken, neden bunu hayal edip istemeyelim ki?” Bunların ardından Olivier sözü yine başarı mevzusuna getiriyor: ”Medyaya göre başarılı olmuşum olmamışım hiç fark etmez. Onlar için bir gün başarılıysan, başka gün berbatsın.  İstediklerimi yapmak, daha iyi bir hayat adına özgür olmaya çalışmak. Benim için başarı bu.”Aslında kendine biraz haksızlık ediyor.Tamamıyla bağımsız bir dergi olarak kurulduğu yıldan bu güne kadar sayısız ek dergi deneyimi yaşayan Purple, ilk olarak 90'lı yıllardaki “anti-moda” duruşuyla ortalığı yıkmıştı.~


O yıllarda hakimiyetini en acımasız haliyle sürdüren kapitalizmin ve sürünün peşinden gitme halet-i ruhiyesinin şiddetle karşısında duran dergi, tam da bu yüzden aykırı olarak kabul edilmişti. Olivier de başlangıçta derginin olağan üstü başarılı addedildiğini, ancak 90'ların sonlarında fazlaca “grunge” bulunduğunu söylüyor ve ekliyor: ”Purple asla diğer dergiler gibi gözalıcı bir ihtişamın izinde olmadı.” Aykırı duruşuna klasik moda çekimlerinden ziyade Terry Richardson, Juergen Teller ve Mario Sorrenti gibi usta fotoğraf sanatçılarıyla gerçekleştirdiği sanatsal çekimlerle devam eden dergi, bu şekilde sanatı ve modayı birleştirme konusunda önemli bir açılımı gerçekleştirdi. Dahası da var. Farklı disiplinlere kucak açtı: Spinoza'nın Etika'sı, Bernard Henri Levy'nin yazıları ve dahası Purple'da buluştu. Felsefeye olan ilgisi, masasının üzerindeki kitaplar arasında yer alan Slavoj Zizek kitaplarının çokluğundan belli olan Olivier'ye, Zizek'in geçtiğimiz aylarda İstanbul'a geldiğini söylediğimde bana heyecanla “Ne hakkında konuştu?” diye soruyor. Ben de hazır özgürlükten ve felsefeden bahsetmişken, ona Fransa'yı, 70'lerden sonra tuhaf bir sessizliğe gömülen Fransız fikir hayatını ve Sarkozy'nin müthiş (!) politikalarıyla ne kadar özgür olunabileceğini soruyorum. Olivier özgür olmanın önemli bir yolunun okumaktan geçtiğine inanıyor: “Bu bağlamda özgür olmak, kütüphaneye gidip kitap okumaktır. Bugün de Spinoza'nın zamanında olduğu gibi okuyoruz, belli koşullar altında özgürlüğü arıyoruz.~


Okuyarak baskıdan kaçıyoruz. İnsanlar bedensel isteklerine o kadar yenilmiş durumda ki. Yalnızca yüzerek, koşarak, dalarak, seks yaparak özgür olunmaz. Bence asıl özgür olmak, toplumun bize aleni ya da gizli uyguladığı bir baskıyla düşündürmeye ve yaptırmaya zorladığı ne varsa, onlara karşı durmaktan başka bir şey değil.”Aslında Purple, “Eldekiler işe yaramazsa, yeni birşeyler yarat” tarzı yapıbozumcu bir mantıkla yapılmış,yani “Deleuze”cü bir dergi.Zira Olivier, 70'li yıllarda çok daha özgür ve özgün olduklarını düşündüğü dergilerin, günümüzde kataloglara benzediğine ve dayatmacı olduklarına inanıyor: “Hayatta tek değil, birçok farklı tarz var. Farklı bir tarzınız olmalı. Zaten böyle ticari bir ortam varken, sıkıcı insanların dergi yapmaması gerektiğini düşünüyorum. Böyleleri insanlar için asla ilham kaynağı olmazlar!



”PURPLE VE OLIVIER



Telefonu çalmaya devam ediyor ama artık sorun değil, çünkü arayanları meşgule atıyor! Nasıl bir patron olduğunu sorduğumdaysa çok kızıyor ve “Patron değilim. İki asistanım ve dünyanın her yerinde arkadaşlarım var. Dergiyi onlarla birlikte yapıyorum. Daha önceleri çok kalabalık bir ekiple çalıştım ama bir zaman sonra kimsenin paradan başka bir şey düşünmediğinin farkına varıp hepsini kovdum. Onlar benim için değil, ben onlar için çalışır olmuştum! İnsanlarla çevrelenmek istemiyorum. Sevdiğim insanlarla ve kendimle olmak istiyorum.” diyor. Bu arada Olivier'den, dergiyi hatırı sayılır miktarda paralar karşılığında satın almak isteyenler olduğunu öğreniyorum. ~


Satıp satmayacağını sorduğumda kararlılıkla “Asla!” diyor ve ekliyor: “Aslında bana para kazandırmıyor. Üstelik satarsam New York ya da Paris'ten ev alıp ihtiyacım olan boş zamana kavuşabilirim. Ama hayır. Purple'ı sattığım anda Purple biter, biliyorum.” Para kazandırmasa da Purple onun için çok özel, anlatışından belli. Asıl parayı artistik yönetmenlikten kazandığını söylüyor. 2007'de artistik yönetmenliğini yaptığı YSL erkek koleksiyonu, bugünlerde üzerinde çalıştığı “Lou Doillon'la Repossi” kampanyası yaptığı işlerinden yalnızca birkaçı. Hazır lafı açılmışken, ona çekiminde ve seçiminde gerçek bir usta olduğu ”fotoğraf”ı soruyorum. Bir fotoğrafın Purple'a girebilmesi için taşıması gereken nitelikleri. Soruma, “İyi bir fotoğraf, içeriğindeki insan ya da özneyle ve çekildiği mekanla alakalı bir belge gibi olmalı. Gözlerinizi doyurmalı, sizi baştan çıkarmalı, büyülemeli. ‘İlginç' ya da ‘dikkat çekici' fotoğraflara hiç inanmam. Bir fotoğraf bana daha önce bilmediğim bir şeyleri anlatmalı. Bunun gerisi laftır, reklamdır. Tabii eğer bu bir kadın fotoğrafıysa, seksi olmasını tercih ederim” yanıtını veriyor.



PURPLE VE ÇIPLAKLIK



İşte konu tam da istediğim noktaya, Purple'ın ve tabii ki Olivier'nin çok eleştirildiği “çıplaklık” mevzusuna geliyor. Bu arada bilmenizi isterim, dergide yalnızca kadınlar değil, erkekler de çırılçıplak olabiliyor. Yalnızca modeller değil, sanatçılar, film yıldızları, tasarımcılar. Herkes. Burada eşsiz bir eşitlik söz konusu. ~


Şunu da eklemeliyim ki, gerektiğinde Olivierde soyunuyor. ”purple-diary.com” da çırılçıplak pozu var, dileyenler ziyaret edip görebilir! Olivier çıplaklık konusundaki eleştirileri anlamsız buluyor: “Pornografideki sorunu anlayabiliyorum. Erkekleri memnun etmek için kadın vücudu kullanılıyor. Bu da ticarete dökülüyor. Ben kadınların fotoğraflarını Purple'a, erkeklerin onlara bakıp seks yapması için koymuyorum. Bu konuda internetten yardım alabilirler! Ancak fazlaca açlarsa ve dergime bakıp tatmin oluyorlarsa, bu konuda yapabileceğim bir şey yok ne yazık ki!” diyor gülerek ve ekliyor: ”Purple ‘kadının güzelliği'ni kutlamak için yaptığımız bir dergi. Moda da bunun için var, bütün o güzellik ürünleri de. Kendilerini güzel bulmayanlar moda sektörünün hiçbir alanında çalışmasın. Biz bu işi “güzel”i korumak ve yaygınlaştırmak için yapıyoruz çünkü. Benim için kadının güzelliğini kutlamanın en dolaysız yolu çıplaklık. Çünkü bir insanın gerçeği çıplaklıktır. Çıplaklık hem siyasi, hem de samimidir. ”Toplumun çıplaklık konusundaki dayatmalarından sıkılıyor ve asıl şok edici olanın bir moda dergisinde çıplaklığın ayıplanması olduğunu düşünüyor: “Çıplak olmaktan korkmayan bir kadın kendisinden de, güzel olmaktan da korkmaz. Sevişmekten, hiçkimseden, hiçbir şeyden korkmaz. Böyle bir kadını dövemezsin, ona işkence edemezsin.” Tabii yine de bunda yüzde yüz masum olmayabileceğini de ekliyor çıplaklık konusunun sonunda.~


OLIVIER NASIL YAŞIYOR?


Konuyu “Olivier'nin hayatı”na getirmenin zamanıdır diye düşünüyorum. Gecelerin ve partilerin cool adamı Zahm, Paris'in gözde gece kulüplerinden Le Montana'dan çıkmıyor. Ya da gözde olan neresi varsa oralara takılıyor. Cafe de Flore'dan vazgeçemiyor. Daha fazla çalışması gerektiğinden giderek daha az uyuduğunu itirafediyor. Ona sabahları kaçta ve nasıl uyandığını sorduğumda ”Huysuz değilim, uyandığımda çok iyimser olurum” yanıtını veriyor ve ekliyor: ”On bir, on iki gibi uyanırım. Sabahları çalışamam. Gece geç saatlere kadar ayakta kalırım, çalışırım ya da dışarı çıkarım. Ama kızım bendeyse -Asia adında beş yaşında bir kızı var erken kalkarım, onunla kahvaltı ederim, bir film koyarım ve tekrar yatarım!” Bu yanıt ikimizide epey güldürüyor. Kızının ona ihtiyacı olduğunu düşünüyor, bu yüzden hayatını ona göre ayarlıyor. Asia'yı bir başka anlatıyor. Mutlu olmak için New York'a gidiyor. Oradaki enerjinin müthiş olduğunu düşünüyor: “Yollarda yürümek, taksiye binmek, gökyüzüne, binalara bakmak. Dünyanın en güzel şehri New York bence.”Olivier Zahm hayatın o kadar içinde ki, hangi konudan bahsederse bahsetsin, olumlu ya da olumsuz fikir beyan etsin; hep sokaklar, gökyüzü, taksiler, yürümek var. Hayatı bunlarla ölçüyor. Mutluluğa, özgürlüğe ve dahasına hep bunlarla karar veriyor. Zaten basına görüş bildirdiği yerler de genellikle metrolar, süper marketler ya da sokaklar oluyor. Zira onu yakalamak ve ağzından birkaç kelime almak ancak buralarda mümkün olabiliyor.~


New York'un yanı sıra Tokyo'nun sakinliğini seviyor, ama kırsal hayattan nefret ediyor. Yazları muhakkak bir Yunan adasına ve güney İtalya'ya gidiyor, Akdeniz'de yüzmezse kendini eksik hissediyor. “Peki ya Paris? Tipik bir Parisli misin?” diye sorduğumda “Evet ama Paris beni mutlu etmiyor. Eski Paris'i özlüyorum. Bugünkü Paris depresif, zor ve fazlasıyla muhafazakar. Ne Parislilerin ne de Fransızların modern bir hayat yaşadığını düşünüyorum.” diyor. Kendisine “Sen de öyle değilmisin?” diye sorduğumdaysa, bana “Kesinlikle hayır” yanıtını veriyor. Hala hem eğitim düzeyi, hem de okuma oranı yüksek olan insanların yaşadığı bir yer olsa da, bugünkü Paris'in 60 ve 70'lerdeki kadar enteresan olmadığını, hatta içini kararttığını söylüyor. Paris'in artık yaratıcılığı teşvikettiğini düşünmüyor: “Dünyayı harekete geçiren yaratıcı enerji, artık Paris'ten gelmiyor. Burası ancak dünyanın kültürel bir penceresi olabilir. Türkiye'de daha çok enerji potansiyeli olduğuna eminim.” OnaTürkiye'de ciddi bir potansiyel olduğunu, ama büyük-küçük otorite konumunda olan her kim varsa onlar tarafından sürekli azarlandığımızdan bu enerjinin içimizde patlamak zorunda kalacağını söylüyorum. Gülüyoruz...





OLIVIER'İN STİLİ


Bu arada, bir dakika için gözlüğünü çıkarıyor. Böyle de çok hoş görünüyor. Gözlüksüz bir fotoğrafını alabilir miyiz diye düşünüyorum ama stilinin bir parçası olduğunu bildiğimden böyle bir ricada bulunmuyorum. “Olivier Zahm stili” güneş gözlüğünden, deri ceketlerden, skinny pantolonlardan oluşuyor. ~


Ona alışveriş edip etmediğini sorduğumda, “Mümkün olduğunca az” yanıtını alıyorum. Alışverişe çıktığında, aldıklarının fotoğraf makineleri ve kitaplar olduğunu söylese de, aslında kitapalmanın alışverişin bir parçası olarak değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyor: “Bence kitap, ekmek gibi. Çok önemli. ”Bugüne kadar aldığı en pahalı şeyin, henüz aldığı ve iki kez modifiye ettirdiği Triumph marka motoru olduğunu öğreniyorum. Sonrasında, röportaj yaptığım bütün erkeklere sorduğum en zevkli ve sinir sorumu, bir kadını etkilemek için ne giydiğini soruyorum. Bu sorum beklediğim gibi onu da sinirediyor. Gülerek, “Bir kadını etkilemek istediğimde yaptığım tek şey,yanına gidip onunla konuşmak olur.”diyor. Bunu söylerken tavrı ve ses tonu, “Benim için iki dakikalık iş!” diyor. Bu arada kendisiyle ilgili çok doğru bir tespitte bulunuyor: “Zaten hep aynı şeyleri giyiyorum!” Ama yine de: “Ne giyeceğini düşünmeye başladığın anda, yanlış bir şeyler giyeceksin demektir.” diye küçük bir de stil ipucu veriyor. Sırayı kadınlar alıyor... “Kadınların beni sevdiğini düşünüyorum çünkü yalnızca akıllı kadınlarla olurum. Bu tarz kadınlarında arkamdan kötü bir şeyler söyleyeceğini sanmam.” Bunu söyledikten sonra birkaç saniye düşünüyor ve: “Ama erkekler tarafından sevilmediğimi söyleyebilirim. Beni kıskanıyorlar.” Olivier her erkek gibi, güzel kadınları seviyor! Ama onun için güzel olmak, iyi bir vücut ya da stil sahibi olmak anlamına gelmiyor. “Çevremde zeki kadınlar olmasını isterim. Ama stil sahibi olmayan bir kadın, zeki olsa da can sıkıcı olur doğrusu!” Ayrıca, stil sahibi olan kadının, giydikleriyle güzelliğini ortaya çıkaran kadın olduğunu düşünüyor: “Böyle bir kadının giydikleri seni ilgilendirmez. Sen sadece onu güzel bulursun. Sonrasında anlamaya çalışırsın, nasıl böyle güzel diye. Bir de zorla stil sahibi olmaya çalışanlar vardır. İşte o korkunç bir şey.”


~


OLIVIER VE SANAT


Bir sanat eserini anlatır gibi anlattığı güzellik, ona en sevdiği sanatçıyı sormam gerektiğini düşündürüyor. Başlangıçta, bunun sürekli değiştiğini söylüyor ve ekliyor:“ Dün sabah kız arkadaşım -moda editörü Natacha Ramsey- beni Schubert'in müziği eşliğinde uyandırdı. Müthişti. Dün Schubert'i seviyordum. Fransız yazar Jean Jacques Schuhl'e bayılıyorum. Onun ”Rose Poussiere”si en sevdiğim kitap. Ama şimdilik. Her gün başka bir sanatçı, bana yeni bir yaşama nedeni sunuyor. Bu aralar bir de Lars Von Trier'in ”Antichrist”ına takmış durumdayım. O nasıl bir film öyle? Bundan sonra daha nasıl bir film yapılabilir? Bir kadın ve bir adam olmanın, aşkın, aşktan öldürmenin anlamı... Ama eminim ileride seyredip ölüp bayılacağım başka filmler de olacaktır.” Bu karmaşık yanıtın ardından birkaç saniye duraksıyor ve “Bir dakika. Benim için en müthiş sanatçı Helmut Newton'dır.” diyor. “Resimlerine her gün hiç sıkılmadan bakabiliyorum. Zaten ondan aldığım ilham olmasa bu dergi de olmazdı. O, ne yaptıysa en güzelini yaptı bence. Fotoğraflarında seks, güzellik, ihtişam... Herşey vardı. Hem seksi hem duyarlı, hem, grotesk hem de politik olabilen bir sanatçıydı o. İşte modada bugün olmaya çalıştığımız şey de bu zaten... ”Olivier global düşünüyor. Herşeyden besleniyor. Yaratıcı olmaları kaydıyla farklı fikirlerin her durumda bir araya gelebileceğine inanıyor. Bir dönem yazarlık yaptığı sanat dergilerini çok sıkıcı buluyor.~


Bir dergi aldığında içinde on tane tasarımcı hakkında yazı okumak istemiyor. İki tasarımcı, bir yazar, bir kitap, bir film, her şey olmalı diyor. Moda dergilerinin küçük birer ansiklopedi olduğunu düşünüyor. Bu yüzden onları çok seviyor. “Bir moda dergisinde yalnızca Dolce&Gabbana'yı değil, bir siyasetçinin yaptıklarını da okumak... İştebu müthiş. ”Tabii ki en çok Purple'ı beğeniyor... Söyleşimiz bitiyor. Fotoğraf çekimi başlıyor. O aşırı ciddi ve kafası karışık adam, birden dünyanın en eğlenceli ve umursamaz adamı oluyor. Solo pozlar veriyor, birlikte poz veriyoruz. O deri kanepede bir keramet var: İnsana poz verme konusunda inanılmaz ilham veriyor. Önce Olivier'den, sonrasında Nicolas'dan ayrılıyorum. İnsanlara bağlanmayı hiç beceremedim ama mekanlara aptalcasına bağlı biriyim. Yine Olivier'yle buluşmadan önce Nicolas'la buluştuğum kafedeyim. Telefonumu karıştırırken aynı garson gelip Olivier'nin tarafımca çoktan çekilmiş ve telefonuma ekran koruyucusu yapılmış fotoğrafını görüp ”Sevgilin mi?” diye soruyor. Olivier ona sorduğum sorular hakkında ne düşündü bilemem ama bu, bana uzun zamandan beri sorulmuş en güzel soru olduğundan yüzüme tuhaf bir gülümseme yerleşiyor. Galiba en güzel soruyu bulmalıyım diye uzun uzun düşünmemek gerekiyor... Olivier'nin ”karanlık Paris”ine gelince... Belki de Sandrine Bertraux'un 2007 yılında Birikim Yayınları'ndan çıkan kitabında yazdığı gibi, Fransa'nın göçmen politikaları da dahil, yığınla sorununun çözümü, Fransız geleneğinin köklerinde varolan demokrasinin kaynağı olan sanatın ve edebiyatın, yani Olivier'nin bahsettiği yaratıcı gücün hatırlanmasında yatıyor.~


Ertesi gün uçakta Yabancı'yı bitirdim. Pilotumuz kadın değildi. Uçuş boyunca Nicolas'ın kalemiyle not aldım. Olivier için Serge Gainsbourg'dan ”Je Suis Venu Te Dire Que Je M'en Vais-Sana Gideceğimi Söylemek İçin Geldim”i dinledim. En sabırsız hayallerimden birini gerçekleştirdim. İstanbul'a geri geldim.



TÜRK KADINLARI OLIVIER'NİN STİLİ HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYOR?



Koyu bir Olivier hayranı olduğumdan, bu röportajın çok daha öncesinde de onunla alakalı çalışmalarım olmuştu! Geçtiğimiz yıl CNNTürk'te yayımlanan “Cumartesi-Pazar” programı için hazırladığım stil köşesinde “Bir erkek ilk buluşmaya giderken ne giymeli?” konusunu da işlemiştim. Kameraman arkadaşımla kendimizi sokaklara atmış ve ev hanımlarından öğrencilere, modacılardan akademisyenlere, onlarca kadına, bir Olivier'nin bu sayfalarda gördüğünüz halini, birde George Clooney'in smokinli, jilet gibi halini göstermiştik. Bize göre sonuç belliydi; zira George Clooney tanınan ve oldukça cazip bulunan bir adamdı. Lakin sonuç beklediğimizden çok farklı oldu ve günün sonunda bize de toplumun şaşırttıklarından biri olmanın tadını çıkarmak düştü: Fotoğrafları gösterdiğim tek bir kadın bile Clooney'i seçmemişti. Olivier oy birliğiyle ilk buluşma için ideal erkek seçilmişti. Üstelik bu kadınların çoğu onun kim olduğunu dahi bilmiyordu. Kazanan belliydi. Georgeda kim oluyordu?

SON HABERLER

Dergide Bu Ay

ELLE Mart Sayısı Çıktı!

ELLE Mart Sayısı Çıktı!

Baharı Hande Erçel ile karşılıyoruz.

BU SAYIDA NELER VAR?

E-Bülten Aboneliği

E-bültenimize şimdi abone olun,
magazin dünyasındaki tüm gelişmelerden anında haberiniz olsun.