Lalin Akalan: 25 yaşında. Tasarım okumuş. Resim yapıyor, “bir şeyler”
yazıyor, çok okuyor, çok düşünüyor. Birkaç aylık bir proje olarak
düşündüğü, Galata'da “Parlor X”adlı galerisiyle ilgileniyor ama galerici
olmak istemiyor. Asıl işi küratörlük. Aralarında 10 ay fark olan bir
kız kardeşi var: Suzin. Suzin Akalan: 24 yaşında. Üniversite öğrencisi.
Lalin'e galeride yardımcı olmaya çalışıyor, ancak o işin daha çok
performans kısmıyla ilgileniyor. Kendi deyimiyle, “sanata başka bir
açıdan” bakıyor, resimden anlamadığını, anlaması için Lalin'in onu
eğitmesi gerektiğini, fakat “buna gelemediğini” itiraf ediyor. Modayı
seviyor.
#text>
#text>
ÇEKİM ÖNCESİ
Lalin ve Suzin'e ulaştım. Önce Şubat sayısı için bir araya geleceğimizi
konuştuk, çekim gününü bile seçtik, fotoğrafçıyı ayarladık. Her şey
tamam gibiydi. Birgün kala Suzin hastalandı, erteledik. İyileşti mi diye
merak edip arayınca “Japonya'dayız!” cevabı geldi.
#text>
#text>
ÇEKİM GÜNÜ
1 Şubat'ta, yağmurlu bir günde Lalin'in Galata'daki evinde buluştuk.
Pencereden sarkmış “kapı açık, yukarı çık” diye bağıran sesleri duyunca,
hele kapıda beni sokaktan aldıkları Ayki neşeli havlamalarıyla
karşılayınca, bizi ilginç bir günün beklediğini anladım.
#text>
#text>
ELLE: En önemli soruyla başlayalım: Suzin kim? Lalin kim?
#text>
#text>
Suzin Akalan: Ben Güzel Sanatlar'da, Sahne ve Gösteri Sanatları
Yönetimi okuyorum. Ben epeyce bir süre okumadım. Amerika'ya Lalin'in
yanına gittim bir buçuk sene. Ondan sonra Milano'ya gittim. Bir müddet
hiçbir şey yapmadım. ~
#text>
#text>
ELLE: “Epeyce bi süre” neden okumadın?
#text>
#text>
S.A.: Bilmem, istemedim. Zamanı değildi...
#text>
#text>
L. A.: Otoriteyle sorunu vardı diyelim...
#text>
#text>
S.A.: Evet! Ama asıl sebep, ne yapacağımı ve ne istediğimi
bilmememdi. Neyse, şimdi okuyorum. Çok da iyi okuyorum.
#text>
#text>
ELLE: Peki niye sanat? Kaç yaşında sanatla ilgilenmeye başladınız?
Ve sizi kim etkiledi veya yönlendirdi?
#text>
#text>
S.A.: Annem! Mesela ne zaman bir müzik enstrümanına merak salsak,
bizi destekledi. şunu çalmak istiyoruz derdik, hemen ilgilenirdi. Yok
flüt, yok elektronik gitar ya da başka bir müzik aleti, hemen alıyordu.
Bizi resim derslerine götürürdü. Yani küçüklüğümüzden beri sanat hep
hayatımızda vardı.
#text>
#text>
L.A.: Biz ilkokuldayken annem mesela bir odayı bir başkasına
yaptırmazdı; kendi elleriyle odayı boyar, çiçek desenleri yapardı.
Aylar, yıldızlar asardı. Annemin çizimi de çok iyi zaten. Gözü kapalı
Atatürk portresi çizen bir kadın düşünün.
#text>
#text>
S.A.: Belki de yapamadıkları içinde kalmış. Sonuçta o bir
sanayici. Aslında iç mimarlık okumak istemiş. O yüzden bizi hep sanata
yönlendirdi, hep o yönde beslemeye çalıştı.
#text>
#text>
ELLE: Lalin, sen de sanat okudun değil mi?
#text>
#text>
L.A.: Evet, New York Parsons School for Design'da, Design
Management, yani Tasarım İşletmeciliği okudum. Sonra buraya geldim,
biraz Contemporary Istanbul'da çalıştım, ardından Londra'da Sotheby's
Institute'a gittim. Orada da Art &Business (Sanat ve İşletme)
okudum. Sonra geri geldim.~
#text>
#text>
ELLE: Bu galeriyi, Parlor X'i açmak kimin fikriydi?
#text>
#text>
L.A.:
Benim fikrimdi. New York'ta yaşarken “ağır” tasarım okudum.
Buna işletme ve hukuk da dahil. Orada bir de caz departmanı ve resim
departmanı vardı. Bu bölümlerde okuyanlarından çok yakın arkadaşlarım
oldu. O sırada da Londra'da Paradise Row adlı galerinin sahibi olan
ortağım Nick Hackworth‘la tanıştım. Onunla hep sanat fuarlarında
buluştuk.Yoksa başta benim aklımda sanatla ilgilenmek yoktu. Geze geze
bu olayı çaktım, kendi kendime bu yapılabilir dedim. Bu arada, tasarım
okuyordum ama üniversite tezim bile İstanbul'da sanat ve
geliştirilebilecek şeylerle ilgiliydi. Mesela beş sene önce internette
New York'ta sanatla ilgili arama yapıyorsunuz, binlerce yer çıkıyor.
İstanbul'la ilgili arama yapmıştım, sadece 136 yer çıkmıştı. Demek
burada bir boşluk var diye düşündüm. Neyse, başta ortağımın Londra'daki
galerisinin İstanbul ayağını açmayı düşünüyorduk. İlk sergiyi de Bienal
sırasında açtık.
#text>
#text>
ELLE: Burada hangi sanatçıyı konuk edeceğinize nasıl karar
veriyorsun?
#text>
#text>
L.A.: Bienal sergisine Londra'daki ortağım sayesinde Chapman
Brothers (Jakeand Dinso Chapman), Keith Tyson ve Idris Khan gibi çok
çarpıcı isimler getirdik. Sonuçta buraya da herkes gelmez, o büyük
isimlere ihtiyaç duyuldu. Yoksa dengeli gidiyoruz. Bir büyük isim
katıyoruz ki çok elit veya sanattan anladığını zanneden zengin insan da
ilgilensin (çünkü ona da ihtiyacımız var), yeni isimler de buluyoruz.
Mesela şu anda sergisini gördüğünüz Gamze Özer'i internette
bulmuştum.Yeni mezun olmuş, 24 yaşında bir sanatçı. Çalışmalarını çok
beğenip tanıştığım genç sanatçılar oluyor. ~
#text>
#text>
“ÜRETİM” DERDİNDE KIZLAR
#text>
ELLE: Suzin, senin sesin de güzelmiş gailba... Teoman seninle
şarkı söylemek istiyormuş, doğru mu?
#text>
#text>
S.A.: Babam bir defa benim sesimi dinletmiş, o da güya beğenmiş.
Bu konuda anlatılanlara inanacak olursak, benim geçen Ağustos'ta albümüm
filan çıkmış olmalıydı! Sesim güzel, ama olur da bu işten para
kazanmayı düşünürsem, reklamla falan işim olmaz. Albüm çıkarıp popüler
olmak değil ilgimi çeken. Kendim için müzik yaparım, daha farklı bir
açıyla... Müzikle ilgili bir şeyler yapmak istiyorum tabii.
#text>
#text>
ELLE: Lalin, senin yaptığın işin en zor ve en keyifli kısmı nedir?
#text>
#text>
L.A.: En zor ve aynı zamanda eğlenceli kısmı, bir serginin her
şeyiyle kendim ilgilenmem. Aldım elime fırçayla boyayı, her şeyi kendim
yaptım. Londra'da da işler böyle yürüyor. Orada bu tür işler için kimse
usta filan çağırmıyor. Ben asıl küratörlük yapıyorum. 2010 Prag Bienali
içindeki Türk sergisini ve 15 Nisan'da ikinci bir sergiyi hazırlıyorum.
Sotheby's Türk Sanatı Müzayedesi'yle, Paradise Row'u Londra'da ortağımla
birlikte hazırlıyorum. Haziran ayında Mardin'de özel bir proje var,
onun da bir kısmının küratörlüğünü yapacağım, kesinleşmesini bekliyorum.
Bunlara odaklanmış durumdayım. Ancak hayatımı bu şekilde sürdürür
müyüm, bilmiyorum. Her detayla ilgilen, sanatçıya para kazandır, oradan
buradan para bul... Bu işi kendi cebimden de finanse ediyorum. Bana bir
geri dönüşü olmadığı için, izlenecek bir yol olduğunu düşünmüyorum.
Zaten galeriyi açarken burayı yedi aylık bir proje olarak düşündüm. Bunu
deniyorum, bir iddiam yok. Galerici olmak istemediğimi biliyorum.~
#text>
#text>
ELLE: Bu işte kendini geliştirmek için neler yapıyorsun?
#text>
#text>
S.A.: Saçımı değiştiriyorum de Lalin!
#text>
#text>
L.A.: Çok okuyorum. Bu işte iyi olmak için çok ama çok okumak,
dünyada ne olup bitiyor takip etmek ve gezmek lazım. Sanatta her an her
şey olabiliyor, hepsinden haberdar olmanız gerekiyor. Bir araba
tasarımcısının nasıl arabalarla ilgili yeni ne çıkmışsa bilmesi
gerekiyorsa, sanatla ilgilenen bir kişinin de hiçbir yeniliği
kaçırmaması bekleniyor. Sanat, içinde pek çok ayrıntıyı barındıran bir
dünya. Her şeyi hep o bütünün içinde düşünmek lazım. Galiba zaten bu
resmin tamamını yakalayabilen bu işte başarılı oluyor. Bu arada, bu iş
acımasız olmayı da gerektiriyor. İşletme ve hukuk bilgisi de gerekiyor.
Sanatçı dediğin, bazen çok kaprisli bir yaratık olabiliyor. Neyse ki
henüz bu konularda pek zorlanmadım.
#text>
#text>
ELLE: Japonya'dan yeni döndünüz. Orada ne işiniz vardı?
#text>
#text>
S.A.: 2010 Türk-Japon Dostluk Yılı. Günseli Kato'nun dahil olduğu
bir grupla oraya gittik. Orada belgesel çekiyorlar. Annem Şükufe Gökçen
de davetliydi, çünkü büyük dedesi Saffetbeyzade Memduh Gökçen, ilk
Türk-Japon fabrikasını ve ortaklığını kuran kişi.
#text>
1929 yılında Bursa'da ilk Türk-Japon iş birliğinin temelleri atılıyor. O
dönemin Japon imparatoru bu işe inanılmaz destek oluyor... Annemin
büyük dedesi ve Kont Kozui Otani ortaklaşa Bursa'da bir ipek dokuma ve
boya fabrikası kuruyorlar. Annemde vergi levhasından sözleşmelere kadar
buna dair tüm belgeler var. Gittiğimizde kendisine inanılmaz saygı
gösterdiler, kimsenin girmediği yerlere girdik. Kyoto'da bir tapınağın
duvarında büyük dedemizin resmi vardı. Görünce inanamadık.~
#text>
Bir de yanımızda iki profesör vardı, biri Japon biri Türk, ne sorsak
anlatıyorlar. Dolu dolu bir kültür turu oldu. Bu arada, annemdeki
belgeleri görünce çok mutlu oldular, onlar da bunları arıyormuş. Bizim
evde o tür şeyler atılmaz. Mesela Bursa'da o eski tekstil makineleri
bile hala duruyor. Şu anda hepsi temizletiliyor, büyük bir serginin
parçası olacaklar. Hem Kyoto, hem de İstanbul'daki Japon Konsolosluğu
içinde, hem de Bursa'da bu hikayeyi anlatan sergiler düzenlenecek.
#text>
#text>
GÜZEL GÖRÜNMEZSEN HAYAT YOK!
#text>
ELLE: Lalin, sen Japonya dönüşü çok bakımlı olacağına karar
verdiğini söyledin. Niye öyle söyledin, orada ne oldu?
#text>
#text>
L.A.: Bunu aslında iş anlamında söyledim. Tokyo'yu görünce öyle
hissettim. Orada acayip bir mimari, acayip tasarım var... Mesela Issey
Miyake'nin mağazasına girdik, bir sergi katalogları var, büyülendim.
Mesela kemik üzerine inanılmaz tasarım çalışmaları yapmışlar, ölürsün.
Tokyo'da insanlar çok hoş ve rafine giyiniyor. Aslında hepsini
kelimelere dökmem çok zor. Ben de bir sürü şey yapıyorum ama kendimden
çok fazla şey katamıyorum. Ve insanlar ne yaparsan yap, görmek
istediklerini görüyorlar.
#text>
Sen çok oku, dünyanın en akıllı insanı ol, kendine güven, o ol, bu ol
ama yok, insanlar onu görmüyor ki! E o zaman ben bir “canlı türü”ysem,
çok aptal bir “tür”süz demektir. Geçenlerde The Economist'te bir makale
okudum. Kocaman göğüslü, sarışın, Ferrari'yle gezen kadınlar var ya...
Bunu çok sosyal bir olay olarak görüyoruz diyor. Peki, niye böyle
görüyoruz? Bu kadının bu arabaya gitmesi ve bu şekilde görünmesinin
sebebi, ancak bu şekilde görünürse o arabaya binebiliyor.~
#text>
Ve Ferrari, Ferrari demek değil. O, güç demek. Top of the food
chain(Beslenme piramidinin en üst kısmı). Bu aslında içimizde olan,
gayet doğal bir yukarı çıkma isteği. şimdi ben bunu okuduktan sonra o
kadını nasıl yadırgılayabilirim ki! Bunları düşünüyorum. İnsan bazen
farklı olayım, iyi olayım diye kendi rahatından taviz verip istemediği
şeyleri de yapıyor.
#text>
#text>
ELLE: Yurt dışına gittiğinizde her seferinde mutlaka yaptığınız bir
şey var mı?
#text>
#text>
L..A.: Var. Mutlaka bir photo booth'a girip (sokaktaki şipşak
fotoğraf çekilen kabinler) komik kareler çektiriyoruz. Bunu herseferinde
yaparız. Tokyo'da da yaptık. Çok eğlenceli oluyor. Kitap alışverişi
yaparız. Yemekten ve müzeleri gezmekten de keyif alıyoruz.
#text>
#text>
S.A.: Bir de ben gittiğim her yerde bir gün tek başıma rahat
rahat dolaşmayı severim. Ne varmış burada diye merak ederim.
#text>
#text>
ELLE: Seyahat bavulu hazırlamakta hanginiz daha marifetli?
#text>
#text>
S.A.: Lalin! Çok düzenlidir.
#text>
#text>
L.A.: Suzin'se neyin nerede olduğunu çok iyi bilir ama dışarıdan
bakınca daha dağınık görünür. Ben çok obsesif-kompulsif, yani
saplantılı olduğum için bir bavul hazırlarım, oraya asla sığmaz
dediğiniz herşeyi sığdırırım, çok iyi paketlerim. Biraz asker bavulu
gibi olur.
#text>
#text>
ELLE: Bir gününüz nasıl geçiyor?
#text>
#text>
S.A.: Benim şu anda vaktimin çoğu okul ve derslerle geçiyor. Onun
dışında biraz dolaşırım. Akşamsa hep birlikte oluruz. Biz zaten 10 kişi
falan komün hayatı yaşıyoruz. Evimizde illa arkadaşlarımız olur, bizde
kalırlar. Birlikte bir şeyler yaparız.
#text>
#text>
L.A.: Benim günüm düşünmekle geçiyor. ~
#text>
#text>
MODAYI TAKİP ETMEYEN STİL
#text>
ELLE: Modayla aranız nasıl?
#text>
#text>
S.A.: Ben severim. Ama mesela bir senedir hiç alışveriş
yapmıyordum. Gerçekten hiçbir şey almadım. Almaya değer bir şey
bulmadım. Her şey aynı geliyor. Eskiden ayakkabı almaya ve bir sürü
markaya bakmaya bayılırdım. Senelerdir o da yok.Çok saçma geliyor. Ama
modayı seviyorum; sadece ne var ne yok takip etmem.
#text>
#text>
ELLE: Dolabınızda en çok ne var ve ne eksik?
#text>
#text>
S.A.: Bende en çok ayakkabı var. Paltom yok. Çantam yok, el
çantası hiç kullanmam. Cüzdanımı alıp çıkarım. Gerçi Tokyo'da Issey
Miyake'den bir tane aldım.Tasarım harikası. Üçgenlerden oluşuyor,
istediğin şekilde katlıyorsun, öyle kalıyor.
#text>
#text>
L.A.: Ben kendim için “anti-fashion” diyeceğim ama insan bunu
söylediğinde de modanın içinde oluyor... Tılsımları ve mason
sembollerini, yani takıları çok seviyorum. Maskülen şeyleri çok
seviyorum. Mesela topuklu yerine botları tercih ediyorum, ayağımın yere
basmasını seviyorum. Bundan çok güç alıyorum. Modayı hiç sallamıyorum
ama evden çıktığımda ne giydiğimi önemsiyorum çünkü rahat ve güçlü olmak
istiyorum. Power fashion belki de bana göre. Genelde renk giymem,
siyahı severim. Yüzüklere bayılırım.
#text>
#text>
ELLE: Birbirinizin kıyafetlerini giyiyor musunuz? Ve bunun kavgası
çıkar mı?
#text>
#text>
S.A.: Çıkıyor tabii, çıkmaz mı! Eskiden daha çok giyerdik
birbirimizin kıyafetini. Her ikimizin evinden de diğerinin kıyafetleri
çıkıyor. Senelerdir çıktı, hala da çıkmaya devam ediyor.
#text>
#text>
L.A.: Artık çıkmıyor, ben bu konuda birşey demiyorum artık... ~
#text>
#text>
ELLE: Hangi konularda çok farklısınız?
#text>
#text>
S.A.: Lalin'in kendi alanı çok önemlidir. Ona girersen kavga
edilebilir. Onun dışında da bir meselemiz yok.
#text>
#text>
L.A.: Evet, ben kendi sahasına düşkün bir insanım.
#text>
#text>
KAHRAMAN ANNE
#text>
ELLE: Hanginiz aileden kime benziyor?
#text>
#text>
S.A.: Her ikisine, anneme de babama da benziyoruz. Lalin'in yüz
hatları daha çok babamı andırıyor.
#text>
#text>
L.A.: Yıllarca bana “babana, babana” dediler ama şimdi de annemin
geçliğine benzediğim ortaya çıktı.
#text>
#text>
S.A.: Ben babama hiç benzemiyorum. Güya anneme benziyorum ama yüz
hatlarım daha ince, ben kendimi anneanneme benzetiyorum. Anneannem
Alman.
#text>
#text>
ELLE: Örnek veya ilham aldığınız birileri varmı? (Burada cevap bir
ağızdan geliyor):Annem!
#text>
#text>
S.A.:
Annem inanılmaz bir kadın. Uçak kullanır, gemi kullanır,
her şeyi yapar, herşeyi bilir. Bizim değil, asıl onun peşine
düşmeliydiniz... (İlham derken, bunu öylesine söylemedikleri kesin.
Kayıtta en az bir 10 adet “annem”li cümle kuruluyor.)
#text>
#text>
L.A.: Bir de bize çok sevgi vermiş, geçen gün onu konuşuyorduk...
O kadar çok vermiş, biz de çok talepkar olmuşuz.
#text>
#text>
S.A.: Evet, bize o kadar çok sevgi vermiş ki sayesinde herkesten
aynısını bekliyoruz. Alamayınca, bu çok vahşi bir şeye dönüşüyor.
#text>
#text>
ELLE: Para en çok ne işe yarar?
#text>
#text>
S.A.: Para ihtiyaç.
#text>
#text>
L.A.: Para hiçbir işe yaramaz! Kendini tamamlayamamış değil de
kendinin zaten tamam olduğunu fark edememiş bir insanın yardımına koşan
bir şey. Bir etek alır“ bak şimdi oldum” der. Aile büyüklerine
sorarsanız, para güçtür. Paran yoksa hiçbir şey olmaz, gücün yoksa
hiçbir şeyin yoktur... Oysa öyle düşünürsen zaten birşey olamazsın. ~
#text>
#text>
ELLE: En büyük hayaliniz nedir?
#text>
#text>
L.A.: Benim en büyük hayalim, hem Suzin'e hem de anneme bakmak.
#text>
#text>
S.A.: Benimki bir tapınağın tepesine taşınayım. İnsanmış,
aileymiş... Hiçbirini istemiyorum. İnsanların birbirine bağlı ve bağımlı
olmadığı bambaşka bir düzen istiyorum. Başka bir sevgi boyutunun
olduğu, insanların birbirlerini boğmadığı bir düzen istiyorum. Ailemi,
herkesi çok seviyorum ama.
#text>
#text>
KENDİNİ DİNLEME SANATI
#text>
ELLE: Bunlar aşkla nasıl bir araya geliyor?
#text>
#text>
S.A: O zaman bunu şöyle anlatabilirim: Aşk nasıl olmalı? Kafanda
bir hayal var... şöyle cool bir erkek olsun, şöyle olsun böyle olsun...
Onu bulunca, ona vereceğim bütün sevgimi diyorsun. Bu kadar bencil, bu
kadar iğrenç bir yaklaşım olamaz. Yani diyorsun ki benim şartlarıma
uygun birşey çıkarsa, benim ihtiyaçlarımı giderecek, ben ona sevgimi
vereceğim. Çıkıyor karşına, ikinizin kafasındaki imajlar tutuyor(çünkü
her ikinizin de kafasında bir imaj var). Veriyorsun, veriyorsun sevgi...
Bir süre sonra ne oluyor o “sevgiye”? Bence sokaktaki ilk defa
gördüğün bir insana bile o sevgiyi verebilmelisin. “Benim ruh eşim,
birbirimizi tamamlıyoruz”! Tüm bunlar saçmalık. Kimsenin tamamlanmaya
ihtiyacı yok. İlk aşık olduğundaki duyguyu düşün. Sokaktaki herkesin,
dünyadaki herkesin birbirine karşı bunu hissedebildiğini düşünsenize.
Beni ilgilendiren o. Dünya bence eninde sonunda bu yöne gidecek. Çünkü
bu haliyle kimse mutlu değil. Bu sevgiyi yakalarsak, aşk da başka bir
hale gelecek. İlişki dediğimiz şey de değişecek. Biz bunu çözdük,
gerçekten herşey saygı. En büyük aşktır saygı. Aşk bir insanı
değiştirmeye çalışmak değil, bir insanı olduğu gibi kabul etmek, olduğu
haliyle ona saygı duymak. Aslında tüm bunları anlamak için çok okumak da
gerekmiyor. Tüm bilgi senin içinde zaten. En iyi cevap kendinde. Bir
insan kendini (yarım yamalak değil) çok iyi dinlerse, tüm cevapları
bulur. Kendimizi dinlemekten korkmamalıyız. ~
#text>
#text>
KİTAPLAR VE YAZMAK ÜZERİNE
Çekimin bir kısmını Lalin'in evinde yapıyoruz. Yatağının başucunda
#text>
#text>
E.H.
Gombrichi “The Story of Art” duruyor. Lalin: “Benim kafaya
çok taktığım bir yazar var: Stendhal. Ona aşığım. Babam da çok seviyor.
Küçükken hep onun ismini söylerdi, beynime kazınmış. New York'ta onu
okumaya başladım. İngilizcesini okuyorum, Fransızcasını okuyamıyorum.
Çeviri çok önemli ya, yan yana kitapları açmşım sayfa sayfa gidiyorum.
Aynı kitaptan dört tane yan yana, sayfaları çevire çevire gidiyorum.
Neyse, Stendhal'la ilgili her şeyi okudum, tek bir tanesi kaldı, The
Italian Chronicles. Onu henüz bulamadık, onu bekliyorum. Stendhal'ın bir
lafını çok seviyorum, hani her bölüme bir cümleyle başlıyor ya.... En sevdiğim: ‘Not one unnecessary word', yani ‘Çok konuşma,
sessizlik.''Bunu çok düşünüyorum. Ben mesela sosyalleştiğimde çok
konuşurum ama eve gittiğimde ağzımı açmam. Çok klişe gelecek ama ‘Dünya
nereye gidiyor, ne olacak? Pozitif düşünüp hepimiz iyi olalım, peki ama o
zaman hepimiz kötü olursak ne olur? Etrafta bin tane kötü insan var,
bir şey olmuyor işte' gibi meseleleri çok düşünürüm” diyor. Lalin
yazmayı da seviyor. Mesela dört gün kendini “o çok acı çektiği mood'ta
tutup” odaya kapatıp daktiloda sayfalarca yazıyor. Geleceği bilen bir
insanın, yani bir falcının kendisini nasıl etkilediği üzerinde “bir
şeyler” yazıyor. Şimdi de “soul shifting” /‘ruh değiştirme' üzerinde bir
şeyler yazıyor. Bu empatinin maksimum seviyesi, yani o kadar empati
kuruyorsun ki, o kişiyle ruh değiştiriyorsun.“Hani bir insanla öyle bir
empati kurarsın ki, bir anda o olursun” diye özetliyor bu ruh değiştirme
olayını.~
#text>
#text>
ARKADAŞLARA DAİR
#text>
Lalin: “Arkadaşlarımız da, biz de, farklı yerlerde olmayı
seviyoruz. Bir gün salaş bir yerdeysen, başka bir gün hoş bir yerde
olabilirsin. Bir gün Babylon'da, bir başka zaman Zuma'da... Hep aynı
yere gidersen, aynı kalırsın. Bizim hayatımızda durağan birşey yok.
Mesela biri size “Botların ne hoş! der, sonra bir boşluk olur. İnsanlar
bazen o boşluğu doldurmak için ‘Ay, kolyen de çok güzelmiş' der. Bizim
arkadaşlarımız o boşlukları böyle şeylerle doldurmaya çalışmaz ve
konuşurken gözlere bakar, ne dediğini anlamaya çalışır.”Suzin ekliyor:“
Çok da güzel kavga ederiz. Ama keyifli bir kavga, yani tartışmalar
yaparız. Herkes bir şeyler söyler, epey hararetli konuşulur. Sonra
harika bir sessizlik olur.”
#text>
#text>