Yazı & Fotoğraflar: Özlem Avcıoğlu
İskoçya binlerce yıllık bir geçmişe sahip. Taş Devri’nden kalma taş halkaları, Orkney Adaları’ndaki neolitik köyler ve Keltlerin izleri bu toprakların ne kadar derin köklere sahip olduğunu gösterir. Ortaçağ’dan kalma Edinburgh Kalesi şehri adeta bir taç gibi süsler. Stirling Kalesi’nde William Wallace’ın mücadelesini hisseder, Highlands’in dağlarında ise İskoç klanlarının özgürlük için verdiği savaşların yankılarını duyarsınız.
İskoçya’ya gidenlerin çoğu orayı daha önce "Braveheart", "Harry Potter" gibi filmlerden ya da "Outlander", "The Crown" gibi dizilerden tanımıştır. Çünkü bu topraklar yalnızca bir ülke değil adeta bir sahne. Hem sinemaya hem edebiyata hem de halk hikayelerine sonsuz malzeme sunan bir yer İskoçya.
Ben İskoçya gezime İstanbul’dan direkt Edinburgh’a uçarak başladım. Şehir 12. yüzyıldan itibaren İskoç Krallığı’nın merkezi. Edinburgh Kalesi şehrin üzerine hakim bir kaya kütlesi üzerinde kurulu ve kralların ikametgahı olarak savaşların simgesi haline gelmiş.
Edinburgh’da konaklamak için Balmoral, Hoxton, Gleneagles gibi birkaç çok iyi otel var. Bunların arasından geniş odaları ve son derece merkezi konumu nedeniyle Waldorf Astoria The Caledonian’ı seçtim. Edinburgh Kalesi’nin tam karşısında yer alan otel 1903’te bir demiryolu oteli olarak açılmış ve Viktorya dönemi kırmızı kumtaşı cephesiyle şehirde önemli bir simge haline gelmiş. Otel başlangıçta Edinburgh Princes Street Tren Garı ile entegre çalışacak şekilde Caledonian Railway Company tarafından inşa edilmiş. 2011’de 24 milyon sterlinlik bir restorasyonla Waldorf Astoria markasına geçen otelde içeri adım attığınız anda ihtişamıyla hayranlık uyandıran tarihi tren istasyonunun salonu “Peacock Alley” adıyla bar ve lobiye dönüştürülmüş. Ünlü alışveriş caddesi Princes Street’in batı ucunda bulunan otel, Royal Mile, Old Town, New Town ve galerilere yürüme mesafesinde.
Edinburgh’da Görülmesi Gereken Yerler
• Edinburgh Kalesi: Şehrin siluetini tanımlayan en ikonik yapı. 900 yıllık tarihi boyunca hem kraliyet sarayı hem de askeri üs olarak kullanılmış.
• Royal Mile: Kaledeki kraliyet yapılarından Holyrood Sarayı’na kadar uzanan taş döşeli yol tarihi hanlar, şapeller ve taş binalarla dolu. Burada mutlaka yürümek lazım.
• Victoria Street: J.K. Rowling, "Harry Potter" serisini Edinburgh’da yazarken Victoria Street, renkli cepheli dükkanları, kıvrımlı yapısı ve büyülü atmosferiyle Diagon Alley için ilham kaynaklarından biri olmuş.
• New Town: 18. yüzyılda James Craig’in planıyla yapılan şehir bölümü, düzenli sokak planı ve neoklasik mimarisiyle UNESCO Dünya Mirası listesinde. Özellikle de George Street, Charlotte Square.
• Dean Village: 12. yüzyılda Holyrood Manastırı’na bağlı yaklaşık 800 yıl boyunca tahıl değirmenleriyle dolu canlı bir yerleşim, şu anda tamamen restore olmuş. Water of Leith nehri boyunca yürüyüş yolları, tarihi taş yapılarla dolu huzurlu bir ortam var burada.
• National Portrait Gallery: 1882’de kurulan galeri, 1889 yılında Edinburgh’da ziyarete açılmış ve dünya üzerindeki ilk portre galerisi olarak inşa edilen müze unvanına sahip. Bu güzel bina, Sir Robert Rowand Anderson tarafından Neo-Gotik tarzda tasarlanmış ve 1885–1890 yılları arasında kızıl kumtaşı ile inşa edilmiş. Galerinin koleksiyonunda yaklaşık 3.000 tablo ve heykel, 25.000 baskı ve çizim, 38.000 fotoğraf bulunuyor.
Highlands, İskoçya’nın çok büyük bölümünü kapsayan yaylalar ve adalardan oluşan bölümü. Buraya özgü Highland sığırı ırkının kökeni İskoç Highlands Dağları'na ve İskoçya’nın Batı Adaları’na dayanır ve uzun boynuzlara, uzun, tüylü bir kürke sahiptir. Bölgedeki ılıman koşullara dayanabilen dayanıklı bir ırktır.
Laurel ve Hardy’den Arnold Schwarzenegger’a, Taylor Swift’ten Kraliçe II. Elizabeth ve Barack Obama’ya kadar birçok ünlü ağırlayan otelde, İngiltere’deki tek Guerlain spa’sı bulunmakta.
Kraliçe Elizabeth’in vefat ettiği Balmoral Kalesi, Aberdeenshire, Royal Deeside’da bulunan malikanedir. Şu anki sahibi Kral III. Charles’tır. Ballater’in 14 km batısında ve Aberdeen’in 80 km batısındaki Crathie köyü yakınlarında.
Edinburgh yeme içme olarak oldukça zengin. Benim en beğendiğim restoranların başında Gleneagles Townhouse’un içinde yer alan The Spence oldu.
19. yüzyılda Bank of Scotland’ın merkez binası olan muhteşem bir yapının banko salonunda yer alıyor. Granit sütunlar, süslü sıva işleri ve büyük kubbesiyle tarihi mimari dokusunu koruyor bu restoran. Modern Britanya mutfağı ile İskoçya’nın yerel ve mevsimlik ürünlerini harmanlayan bir menüye sahip.
W Oteli’nin teras katında bulunan ve şehrin tümüne hakim manzaraya sahip Sushisamba da Japon mutfağını sevenler için çok iyi bir alternatif sunuyor.
Waldorf Astoria, The Caledonian Hotel, Edinburgh Kalesi’nin tam karşısında olan, 1903’te bir demiryolu oteli olarak açılmış ve Viktorya dönemi kırmızı kumtaşı cephesiyle şehirde önemli bir simge haline gelmiş Edinburgh’un önemli binalarından biri. Üstelik şehrin birçok atraksiyonuna yürüme mesafesinde.
Özgürlüğün ve Mistikliğin Toprakları Highlands’e Gitmediyseniz İskoçya’ya Gitmiş Sayılmazsınız.
Highlands, İskoçya’nın kuzey ve batı kesimini kapsayan geniş, dağlık ve seyrek nüfuslu bölgesi. “Dağlık bölge” ifadesi sadece coğrafi değil, kültürel bir ayrımı da anlatır: Tarih boyunca Highlands klanların, bağımsızlık mücadelesinin ve geleneksel İskoç yaşamının merkezi olmuş. Bugün Highlands vahşi doğası, gölleri (loch), vadileri (glen) ve sisli dağlarıyla büyüleyiciliğini koruyor.
Bölgede görülmesi gereken yerler: İskoçya’nın en yüksek dağı olan Ben Nevis, Glencoe Vadisi, Loch Ness, Loch Lomond ve Loch Maree gibi göller ile Skye, Lewis ve Harris adaları.
Highlands, Hatta İskoçya’nın En Enteresan Oteli: The Fife Arms
The Fife Arms Hotel, Edinburgh’dan 2,5 saat kuzeyde bulunan ve İngiliz kraliyet ailesi için büyük önem taşıyan Braemar’da, Scottish Highlands’in kalbinde yer alıyor. Yakın çevrede Highland Games etkinlikleri ve Balmoral Kalesi gibi önemli noktalar bulunuyor.
Burası 1856 yılında Fife Dükü tarafından inşa edilmiş bir Viktorya dönemi “coaching inn” olarak hayata geçmiş. Bu, Kraliçe Victoria’nın Balmoral Kalesi’ni satın alarak bölgeyi popüler hale getirdiği zamanlar. Balmoral’a ziyaret için kraliçeyi görmeye gelenleri ağırlamak üzere yapılan bir otel aslında.
Ama oteli günümüzde bu kadar çekici yapan, 2016 yılında satın alan ünlü sanat galerisi Hauser & Wirth’in kurucuları olan Iwan ve Manuela Wirth.
Otele girdiğinizde şöyle bir manzara ile karşılaşıyorsunuz: Kendi kendine çalan Steinway piyanonun ardında Picasso’nun sevgilisi Marie-Thérèse Walter’ın portresini görüyorsunuz. Tam karşısında, Robert Burns’ün şiirlerindeki karakterleri betimleyen oymalı bir şömine. Yan odada ise bir çift rahat mor koltukta oturmuş “Scotch egg” yerken üstlerinde Picasso’nun "Nude and Man With a Pipe" tablosu.
Görkemli merdiven boşluğunda Neo-Dadaist Richard Jackson’ın neon boynuzlu avizesine gözünüz takılırken resepsiyonun solundaki daha küçük parçayı gözden kaçırabilirsiniz: Kraliçe Victoria’ya ait bir kurşunkalem ve suluboya geyik başı çizimi. Bu, oteldeki kraliyet tablolarından sadece biri; yakınlardaki Balmoral ve diğer kraliyet binalarının şu anki Kral III. Charles tarafından yapılmış suluboyaları da burada.
Ve bu sadece başlangıç. Otel genelinde 16 binden fazla sanat eseri var.
Her şey, Iwan ve Manuela Wirth’in 2016’da Braemar’da satılık Viktoryen oteli fark etmesiyle başlıyor. Soğuk, rutubetli, yıpranmış The Fife Arms’ta onlar başkalarının göremediği potansiyeli görüp satın alıyor ve Russell Sage’i göreve çağırıyor. İki yıllık bir restorasyonun ardından Aralık 2018’de yeniden kapılarını açan otel için yeni bir dönem başlıyor.
The Fife Arms, İskoç mirasını, zanaatkarlığını ve kültürünü dünya standartlarında çağdaş sanat ve güçlü bir topluluk duygusuyla bir araya getiriyor. İç mekanlar tasarımcı Russell tarafından tasarlanıyor; Braemar ile ilişkili birçok hikayeden bazılarını anlatmak için üç yıl boyunca toplanmış 16 binden fazla tarihi nesne, sanat eseri ve esere yer veriyor ve bunların çoğu “site specific”, yani otele özenle tasarlanmış. Bunlar arasında en çok göze çarpan ise restoran bölümündeki Drawing Room’un Zhang Enli’nin elinden çıkan tavanı. 46 oda ve süitin tamamı ayrı ayrı tasarlanmış. Her biri, bölgeyle bağlantısı olan bir yere, kişiye veya etkinliğe bir saygı duruşu.
Zamanın adeta durduğu bu büyüleyici atmosferi tamamlayan unsurlar arasında otelin spası ve restoranları da var tabii. Ahşap ateşle pişirme sanatının can bulduğu Clunie Dining Room, İskoç sanatı ve antikalarla kaplı duvarlara sahip Drawing Room ve modaya yön veren Elsa Schiaparelli’nin tarzından ilham alan art deco dokunuşlu Elsa’s Bar bunlardan bazılarıdır.
Otel, kraliyet ailesinin evi olan hatta Kraliçe II. Elizabeth’in vefat ettiği Balmoral Kalesi’ne 15 dakika mesafede. İsteyen, halka açık alanları ve bahçesini ziyaret edebiliyor.