Lena Dunham geri döndü. Fakat bu sefer bir adım geride duruyor, kelimeleri ve karakterleriyle hikâyeyi parlatmayı tercih ediyor. 2012’de yarattığı ve altı sezon boyunca bir kuşağın duygu haritasını çizen Girls’ten sonra, yeni Netflix dizisi Too Much ile farklı bir sayfa açıyor. Daha olgun, daha yumuşak ama hâlâ o tanıdık “fazlalık” hissiyle…
10 bölümlük romantik komedi Too Much, adını hem kelime oyunu barındıran hem de kültürel kodlara dokunan bir yerden alıyor: Amerika’da “too much” olmak fazlalık, hatta çoğu zaman bir kusur. Fakat Londra’da bu ifade, tam tersine, olumlu bir anlam taşıyor: Kendine has, özgün, hatta tam da olması gerektiği gibi ve hatta fazlası olmak. Dunham, işte tam bu anlam kaymasının izinden giderek, yeni dizisinde “fazla” olmanın güzelliğini anlatıyor.
Lena Dunham’ın yeni dizisi “Too Much”, bize hem geçmişi hatırlatıyor hem de bugünün duygusal karmaşasında bir tür yol haritası sunuyor. Kimi zaman fazla, kimi zaman iç burkan derecede samimi, ve tam da bu yüzden etkileyici.
Jess (Meg Stalter), New York’ta yaşayan bir televizyon yazarı. Kalbi yeni kırılmış, erkek arkadaşı onu bir influencer’la (Emily Ratajkowski canlandırıyor) aldatmış. Bu yıkımın ardından Londra’ya taşınıyor ve burada Felix (Will Sharpe) adında, kaotik, duygusal yükü epey dolu bir müzisyenle tanışıyor. İlişkileri ilk bakışta hızlı başlıyor, ama ilerledikçe iki karakterin travmaları, bağlanma korkuları, kırıklıkları da su yüzüne çıkıyor. Birlikte müzik dinledikleri sahneler, karışık kasetler, walkman’ler… Tüm o nostaljik detaylar sadece dekor değil; hikâyenin tam da ruhunu yansıtıyor. Dizi, romantik komedi kalıplarının dışına çıkmadan, onları yeniden şekillendiriyor. Jess’in her gün eski sevgilisinin yeni sevgilisine hitaben video çekmesi gibi ‘cringe’ ama fazlasıyla dürüst anlar, hikâyeyi klasik formüllerden ayırıyor. Bu sahneler bir yandan gülümsetirken, diğer yandan izleyiciyi rahatsız eden bir duygusal açıklığa zorluyor, tam da Lena Dunham’ın yapmayı sevdiği gibi.
Evet, dizi bazı anlarda ‘too much’, ama aynı zamanda tam da olması gerektiği gibi. İçten, dağınık, romantik ve kırılgan. Maket dekorlu dizilerin hâkim olduğu bir dönemde, gerçek mekânlarda çekilmiş, karakterlerine duygusal derinlik tanıyan bir romantik komedi izlemek gerçekten iyi hissettiriyor. Felix’in Jess’e karışık kaset yapması, kulaklıkla müzik dinletmesi, sessizce uzanıp sadece birlikte dinlemeleri… Bu sahneler, bugünün ilişkilerinde kaybolan samimiyetin birer yankısı gibi. Belki de bu yüzden diziyi izlerken yalnızca bir aşk hikâyesi değil, bir dönem hissiyatını da izliyoruz.
Jess’in stil dili de karakteri kadar özgün: anneanne gecelikleri, bebek yaka elbiseler, dev kurdeleler ve pastel tırnaklar… Köpeğini bile giydiren bu karakter, stilini bir zırh gibi taşıyor. Kendine haslığıyla fazla, ama hiç sahte değil. Meg Stalter rolün altından büyük bir özgüvenle kalkıyor; Will Sharpe ise hem duygusal karmaşası hem çekingen karizmasıyla bir şekilde kalpleri çalıyor. Kadronun geri kalanı da yıldızlarla dolu: Michael Zegen, Naomi Watts, Jessica Alba, Andrew Scott, Kit Harington, Stephen Fry, Rita Ora…
Fakat tüm bu parlak isimlerle beraber esas parlayan, Lena Dunham’ın kalemi ve mizahı oluyor. Dunham bu kez kendi iç dünyasından bir karakter canlandırmıyor; onun yerine Jess’in ablası Nora olarak küçük ama dikkat çekici bir rolle karşımıza çıkıyor. Üstelik Nora’nın boşanmak üzere olduğu eski eşi, Girls’ten Andrew Rannells. Eski evrenle kurulan bu küçük köprü, eski izleyicilere hoş bir selam oluyor.
Too Much, Lena Dunham’ın klasik duygusal kargaşalarını daha olgun bir yerden anlatıyor. “Fazla” hissetmenin, “fazla” istemenin ya da “fazla” konuşmanın bir eksiklik değil, gerçek hayattaki sıkışmışlıkların bir yansıması ve bağ kurmanın bir yolu olduğunu söylüyor. Jessica’nın yolculuğu, kendine ait olan bu fazlalık hâlini bastırmak yerine ona sahip çıkmak üzerine. Bu da, romantik komedilerin unuttuğu bir şeyi hatırlatıyor: Aşk, mükemmel olmaktan değil, kendini olduğun gibi göstermekten doğar. Too Much, romantik komediye hem saygı duruşu hem de hafif bir meydan okuma. İçten, tuhaf, nostaljik ama samimi. Girls sevenler için tanıdık, sevmeyenler için ise yeni bir başlangıç. Dunham ekrana geri döndü, ve onu, duygularımıza fazlasıyla iyi gelen bu hâliyle izlemek, en az dizinin kendisi kadar güzel.