Paris’te National des Invalides’deki devasa mekanın cephesini, Christian Dior’un 1950’lerde Avenue Montaigne’deki orijinal salonunun uzatılmış bir fotoğrafı ile kaplanmış olarak gördüğümde çok heyecanladım. Anderson, Dior için tarihi ve görkemi yeniden yorumlarken, markanın dilini çözüp onu baştan kodlayacak ve giyim sanatı bu koleksiyonla kutlanacaktı. Ben de bu kutlamaya ortak olmak ve koleksiyonu yakından görmek için hızlı adımlarla moda galerisine adım attım. Defilenin mekanı, Berlin’deki Gemäldegalerie’nin kadife kaplı odalarından esinlenerek tasarlanmış. Güvercin grisi duvarlarda ise 18. Yüzyıl Fransız sanatçısı Jean Siméon Chardin’in 1750’ler ya da 60’larda yaptığı iki küçük natürmort tablosu asılıydı. Biri bir çiçek vazosu, diğeri yabani çilek dolu bir kase. Louvre Müzesi’nden çilekler ve İskoçya Ulusal Müzesi’nden çiçekler özel olarak ödünç alınmıştı.
Bazı devrimler sessiz olur. Ne bağırır ne çağırır. Küçük detaylarda, ince dokunuşlarda dikkatli bakan bir göz için saklıdırlar. Bence bu natürmort tablolar da işte böyle bir devrimin işaretiydi. Moda ile sanat arasında sessiz ama derinlikli bir diyaloğun işareti.
Chardin nasıl ki gündelik nesneleri şiire dönüştürdüyse, Anderson da couture’ü genç bir dil ve çağdaş bir bakışla bugüne taşıyordu… İkisinin de ortak noktası, gösterişe değil öze, biçime değil hisse yöneliyor olmaları.
Bu bağlamda, Anderson’ın Chardin’e yer vermesi tesadüf değil; bir estetik tutarlılığın, tarihsel bir farkındalığın ve çağlar arası bir saygının ifadesi.
18.yüzyıl Paris’inde rokokonun ve aristokrat fantezilerin hüküm sürdüğü bir çağda evinin mutfağındaki bakır tencereleri, çilek dolu kaseleri ve narin çiçekleri resmeden Chardin resimlerinde, gösterişten çok duruluk, ihtişamdan çok içsel bir dinginlik vardı. Nesnelerin arkasındaki anlamı, ışığın nesneyle kurduğu ilişkiyi, gündelik olanın içinde gizli estetiği anlatıyordu.
Jonathan Anderson ise 21. yüzyılın moda sahnesinde başka bir sessiz dönüşümün mimarıydı. Dior’daki ilk koleksiyonuyla yalnızca markanın ikonik kodlarını yeniden yorumlamakla kalmadı, aynı zamanda haute couture’ün tarihine saygı duruşu niteliğinde bir görsel anlatı kurdu.
Anderson ön izlemede şöyle dedi: “İnsanlar couture’ü Dior’un orijinal salonunda tam da böyle görürdü, çok yakından. Kumaşı ve işçiliği görebilsinler istiyorum, ister bir "chino"nun yıkaması olsun, ister bir yelekteki "moire" ipeği.”
Anderson defileyi Dior’un “New Look” silüetinin temelini oluşturan "Bar" ceketiyle açtı. Orman yeşili "Donegal" tüvit kumaştan, siyah faille (kumaş türü) yakalı olarak tasarlanmıştı ve bel kıvrımını oluşturan silüet, vatka yerine göğüs tuvalinden inşa edilmişti. Bu teknik, ceketi erkek terziliğine dayandırırken yandan bakıldığında şaşırtıcı derecede düz bir görünüm kazandırıyordu. Solmuş jean pantolon ve spor ayakkabılarla kombinlenmiş resmi, gece gömlekleri, çıplak ten üzerine giyilen frak ceketler ve göbeği açıkta bırakan kısaltılmış smokin ceketler... Gömlekler vücuda oturuyor, kravatlar ince, spor ayakkabılar ise bağlanmamıştı. 18.yüzyıl frakları, orijinal renkleri temel alınarak yeniden üretildi. Aynı şekilde geçmişe ait yelekler de neredeyse tarihi kıyafetlerin birebir kopyalarıydı. 1948 tarihli “Delft” elbisesinin hacimli pileleri kargo şortlarda tekrar edilmişti.
Defile öncesinde Dior’un Instagram hesabında paylaşılan Jean-Michael Basquiat ve Lee Radziwill’ın Andy Warhol tarafından 1970’ler ve 80’lerde çekilmiş polaroidleri doğrudan bir referans olarak değil, bir ruh halini yaratmak için paylaşılmıştı, bu bir yeniden kodlamaydı. Anderson bunu “kişisel stil fikri” olarak özetledi, daha çok karakter odaklıydı, bireylerden yola çıkıyordu. Stilin yalnızca kıyafetlerle değil, bağlamlarla da örüldüğünü vurguladı. Bu fotograflar stilin vücut bulmuş hali olabilir miydi?
Defile davetiyesi de arşivlere duyulan saygının bir başka göstergesiydi; üzerinde üç heykelsi yumurta bulunan seramik bir trompe l’oeil tabak. Dior Maison’un 1975 tarihli bir objesinin yeniden üretimi.
Anderson’ın defilesiyle birlikte Dior’un galeri salonunda yankılanan şey sadece ayakkabıların topuk sesleri değildi. Chardin’in tabaklarında ve Anderson’ın yeleklerinde aynı sessiz zarafet konuşuyordu. Bu birliktelik, modanın yalnızca tüketimle değil, düşünceyle de kurulabileceğini, bir koleksiyonun yalnızca bir trend değil, bir dünya görüşü olabileceğini gösterdi.
Belki de Anderson’ın Dior için kurduğu en güçlü cümle, tam da Chardin’in yüzyıllar önce yaptığı gibi, küçük şeylerde büyük anlamlar aramak oldu. Sessiz nesneler ve gürültüsüz devrimler…