2021’de yayımlanan ilk öykü kitabı "Yalnızlık Bakanlığı" ile dikkat çeken Menekşe Gülben, ikinci kitabı "Beygül" ile bu kez okuyucuları daha da kişisel, daha çok katmanı olan bir hafızanın izinde gezdiriyor. Kitap, Everest Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı.
"Beygül" bir dönem Antalya’da geçen, sonra İngiltere’ye, İtalya’ya ve nihayetinde İstanbul’a uzanan bir anlatı. Hikayenin merkezinde, ismini dağlardan alan bir çocuk var: Beygül. O, sıradan gibi görünen bir kasabada, sıradan insanların arasında büyürken aile, okul, mahalle gibi yapıları bir tür "gözlem alanı" olarak kullanıyor. Kendi benliğini bu yapıların arasında kurmaya başlıyor. Roman yalnızca bir bireyin hikayesi değil. Hafıza, aidiyet, cinsiyet ve kimlik gibi temaları çevreleyen sorularla örülü.
Menekşe Gülben’in edebi dili kadar dikkat çeken bir diğer unsur da görsel sanatla kurduğu bağ. İlk kitabının kapağında Gülsün Karamustafa’nın bir işi yer alıyordu. "Beygül"de ise Rasim Aksan’ın "sarı erik" temalı çalışması, hikaye hakkında görsel ipuçları veriyor.
ELLE: Kapakta Rasim Aksan’ın eserini görüyoruz. Önceki kitabınız "Yalnızlık Bakanlığı"nda ise Gülsün Karamustafa’nın bir işi kapakta yer almıştı. Kapak seçimlerinizde hep önemli sanatçılarla çalışıyorsunuz. Edebiyatı görsel sanatla birlikte düşünmek sizin için ne ifade ediyor?
MENEKŞE GÜLBEN: Benim için edebiyat tek başına değil, hep başka sanat disiplinleriyle konuşarak yaşayan bir alan. "Yalnızlık Bakanlığı"nda Gülsün Karamustafa’nın işini kapakta görmek, yalnızlığın politik ve estetik boyutlarını bir araya getirdi. "Beygül – Bir Erik Hikayesi"nde ise Rasim Aksan’ın erik resmi, metnin varoluşsal katmanlarını görsel bir yoğunluğa taşıdı.
ELLE:
Aslında bu iki disiplini bir arada kullanmaya sebep olarak sanat gazeteciliğinden yazarlığa evrilen yolculuğunuzu gösterebilir miyiz?MG: Tabii ki. Edebiyat ve sanat arasında sürekli köprü kurmak aslında benim sanat gazetecisi kimliğimle de ilgili. Yıllardır sanat üzerine yazıyor, düşünüyor, izliyorum. Yazarlığımda da bu birikimi yalnızca metinle değil görsellikle de sürdürmek istiyorum. Okur kapağa baktığında yalnızca bir görsel değil, hikayenin yeni bir yorumunu görsün istiyorum. Kapaklar benim için bir tasarım değil metinle sanatın ortak üretimi.
ELLE: "Beygül" bize ne anlatıyor?
MG: "Beygül" görünürde bir bireyin yalnızlık ve arzularla dolu yolculuğunu anlatıyor. Merkezde hafıza var, gerçekliği sorguluyor. Geçmişte bir ana geri dönersek, o anı paylaştığımız insanlar artık yoksa biz o anı gerçekten yaşadığımıza nasıl emin olabiliriz? Olabilir miyiz? "Beygül" bu çerçevede "Ben kimim ve bu dünyada kendime nerede yer bulabilirim?” sorusunun cevabını arıyor.
ELLE: Beygül’ün yolculuğu, modern bir masal gibi de okunabilir mi?
MG: Evet, çünkü masallar daima kimliğin sınavını anlatır. Beygül de kendi varoluşunun sınavından geçiyor. Ama bu masalın cadısı dışarıda değil içeride: korkularında, suskunluklarında, arzusunun belirsizliğinde.
ELLE: Beygül’ün hikayesi bir “umut” hikayesi mi, yoksa bir “kırılma” hikayesi mi?
MG: İkisi de. Çünkü her umut bir kırılmanın içinden doğuyor. Beygül kırıldıkça yeniden kuruyor kendini, umut da tam o çatlaklardan sızıyor.
ELLE: Beygül’ün hikayesi kuir bir okuma için de kapı açıyor mu?
MG: Kesinlikle. Beygül sadece kendi cinsiyetini değil, cinsiyetin toplum tarafından nasıl inşa edildiğini de bize gösteriyor. Hikaye bedene, arzuya, kimliğe dair bastırılan ve açığa çıkan tüm kırılmaları sorguluyor.