Çok Renkli, Çok Cool Bir Moda Hikayesi

Konuk baş editörümüz Serenay Sarıkaya, Siedrés markasının kurucusu ve kreatif direktörü Ceylin Türkkan Bilge’ye sordu.

ELLE ONLINE ELLE ONLINE 01 Temmuz 2025

Siedrés markasının kurucusu ve kreatif direktörü Ceylin Türkkan Bilge, ELLE Türkıye’nin bu çok özel 300. kutlama sayısı için “Guest Editor” Serenay Sarıkaya’nın sorularını cevapladı. Markanın renkli tarzının arkasında, geçmişin ve kültürün izlerini taşıyan bir tasarım anlayışı olduğunu dile getiren Ceylin, bu defa konuk editörümüz Serenay Sarıkaya’nın sorularını cevapladı.




Öncelikle nasılsın? Bu röportajı kabul ettiğin için teşekkür ederiz! Şunu merak ediyorum… markan çok renkli ama seni böyle siyahlar içinde gördüğüme biraz şaşırdım. Ceylin normalde böyle biri mi? Yani içindeki tüm renkleri markana mı yansıtıyorsun yoksa bugün biraz hasta olduğun için mi böyle giyindin?
Galiba içimdeki bütün her şeyi giydiklerime yansıtıyorum. Günlük hayatımda sadece siyah/beyaz/gri /bej giyiyorum. Gri sevmememe rağmen giyerim. Nasıl olması gerektiği hakkımda bir kesin bir çizgim yok. Mesela bir koleksiyona başlarken daha nötr yapacağım deyip sonradan bir bakıyorum desenler hakim olmuş. Genellikle herkes bizim markamızda desenli ürünler tercih ediyor ve biz de desenli ürün üretmeye özen gösteriyoruz. Pop-up’a gittiğimizde ürünleri asarken düz ürün olmadığını fark ettim ve o an düz ürün üretmemiz gerektiğini anladım.

Bana kahverengiyi sevdiren Siedrés. “Kahverengi cool bir şey galiba” duygusunu ilk kez Siedrés sayesinde yaşadım. Çok fazla renk ve desen kullanıyorsunuz ama bir yandan da (nasıl yapıyorsanız bunu, kalıbından mı senin zevkinden ve gözünden çıkan estetik algısından mı, bilmiyorum) Siedrés kadın silüeti denilen bir şey var! O kadın sadece böyle neşeli renkli ve “teenage” görünümde değil, aynı zamanda kadınsı hatları olanı, seksi, kendine güvenen bir kadın duruşu olan silüeti de çiziyor. Ben öyle görüyorum yani. Peki sen nasıl görüyorsun Siedrés kadınını? 
Tam olmak istediğimiz şey aslında bu. Dışarıdan böyle görünüyorsa çok mutluyum. Biz artık çok işin içinde olduğumuz için, her kesimden giyinen, her tipte insan bizi tercih edebiliyor. Şu an da tamamen olmak istediğimiz tanımlama bu. Baktığım zaman o kadar farklı “rangle”lerde giyinen insan var ki… Bu arada desen çalışırken çocuksuya kaçmıyoruz. Çok ince bir çizgi bu. Kendi aramızda oturup detayları uzun uzun konuşuyoruz. Bazen ekibimiz “şöyle bir renk koyalım bunun yanına” diyor, ben ise “çok uca kaçabilir” gibi yorumlar yapabiliyorum. Çok sorguluyoruz kendimizi, sorgulama gereksiniminde buluyorum kendimi. Çok renkli olan çocuksuya ya da bazen aşırı seksiye kaçabiliyor. O sebeple yorumlarını duymak hoşuma gitti.


Bunu şu dengeliyor olabilir mi? Okuduğum bir röportajında 60’lar Türkiye’sinden bahsetmiştin. Hatta babaannenin eski kumaşlarını, onun renklerini kullandığını söylemiştin. Belki bu kültürü ve geçmişi de önemsemen dengeyi sağlayan şey olabilir mi?
Olabilir. Koleksiyonlarımızın nostaljik bir tarafı da var. Bu arada gerçekten ilham aldığım şey babaannem, anneannem. Öyle bir gardıropları varmış ki zamanında… Bana “Giyiyor musun?” diye sorarsan, o kadar fazla giymiyorum. Ama zamanında benim de bütün dolabım babannem ve anneannem… Babaannem kendi dikermiş bazı kıyafetlerini.

Ben de aynı şeyi söyleyecektim. Benim de odamda büyük bir şalvar var; kırmızı, pembe, sarı, yeşil… her renk var içinde. Anneannem onu zamanında kendi elleriyle dikmiş.

Mükemmel kültürel ilham kaynakları var. Mesela Kapalıçarşı’da. Zaten benim için bu iş Kapalıçarşı’daki kumaşlarla başladı diyebilirim. Sonrasında o kumaşlarla devam etmeyi çok istedim ama üretime girildiği zaman bu durumda sınırlanmaya mecbur oluyoruz. Dolayısıyla bir yerden sonra devamlılığı olan kumaşlara girmek zorunda kalıyoruz. 


Çok klişe bir soru belki ama üç tane sıfatla tanımlamak istesen Siedrés’i ya da Siedrés kadınını nasıl tanımlamak istersin? 

İçten/samimi, ikisi birlikte diyebilirim. Bu diyeceğimi bir kelimeyle anlatamayabilirim meraklı (keşfetmeyi sevmek açısından meraklı). Bir de kutlamayı seven. 

Çok güzel bir tarifmiş. Hiç böyle cevaplar vereceğini düşünmemiştim…
Bunun üstünde çok düşündük, Daha net kelimelerle de anlatabilirim: Siedrés için çok “Mediterranean town”dan ilhamla gibi bir şey vardı aklımızda ilk başta. Sonra zamanla Mediterranean/Akdenizli bizim ayağımıza takıldı. Çünkü sadece yazlık ve sadece “resort” mağazasıymışız gibi bir algı yarattı. Oysa dört sezonumuz var. Şimdi çanta işine girdik yeni yeni. En sonunda hedeflediğim “lifestyle” bir marka. O yüzden “Mediterranean derken ne kastediyorsun?” diye sordular bana. Ekipçe oturduğumuzda biz buradan ne çıkarabiliriz? Marka ve ilhamım aslında çocukluk anılarıma dayanıyor. Çünkü Bursa’da büyüdüm ama anne baba tarafı İstanbullu. Bodrum’da yazlığımız vardı, aşırı İspanyol mimarisi etkisinde bir yazlıktı. Oraya yazları, dedemin yanına giderdim. Tam tarzımın şekillendiği dönemdi o zamanlar. Ve orada neyi seviyordum onu düşündüm, herkes bana çok ilham verirdi, oradaki her kadın. Orada yalın ayak gezerdik. Herkes samimiydi, herkes kendi tabağını kapar, masalar kurulurdu. Çok salaş ve içtendi. Bir hafta döner gecesi vardı mesela veya olimpiyatlar düzenlenirdi. Olimpiyatların balosu düzenlenirdi sonra. Orada yaşananlar “celebration”/ kutlama modundaydı, buna dair geceler düzenlenirdi. Cumhuriyet Balosu gibi aslında. Şu anda bunlar kalmadı. Annem mesela İstanbul’da alışverişe topukluyla giderdi. Benim topuklum bile yok, yürüyemiyorum topukluyla…



Eskiye özlemden dolayı böyle bir marka kurdun da diyebilir miyiz?
Muhtemelen. Giyinme özlemi olabilir. Mesela vücudum değişti ve gardırobumu yenilemek istiyorum. Emir “Siedrés var” diyor. Siedrés var evet ama artık bütün gardırobumu Siedrés’ten yapmak istesem çok “celebrity” parçalar olur. Günlük de olmak istediğimde tek tük bir şeyleri kullanabilirim, bunu fark ettim.

Aslında bunun cevabını biraz verdin gibi oldu ama; hayali kasaba, Akdeniz ruhu acaba bu, çok da iyi dönemlerden geçmiyoruz, bu ülkenin ruh halinden kaçmak için bir yer, hayali, mutlu ve neşeli bir yer yaratma isteği mi diye de sormak istemiştim.

Siedrés’i Emir ile beraber kurduğumuz için aslında şuradan da geliyor; İstanbul’un kaotik yapısı, Türkiye’nin durumu. Beş sene önce İstanbul’dan taşınma gayesiyle yerler araştırdık. Ve dedik ki bir butik otel açalım. Sonra gerçeklerle yüzleşip, “daha bunun için çok genciz, önce kendi paramızı kazanalım” dedik. Nihai hedefimiz de bu olsun aslında. Bu hedefle kurduk markayı. Aslında düğün yapacaktık, düğünün yarım bütçesiyle marka kurduk. Hedefimiz, Ege’den başlayıp Akdeniz’e kadar bakmak, küçük bir arsa almak, üstüne butiğini, restoranını, atölyesini kurmak. Bu da emekliliğe doğru bir hayal olsun dedik. Başlangıcı da moda olsun. Ben moda okudum. Moda sektöründeydim. En kolay başlayabileceğimiz sektör modaydı. Emir de mimari tarafında. Tasarım kısmı benim tarafım olduğu için ve bahsettiğim şeyler de tasarım tarafında olduğu için, o hayal vizyonla ve renklerle ortaya çıkmış oldu.


Bir şeyi tasarlarken ya da yaratırken olmazsa olmazların nelerdir? Seni kumaş mı yola çıkartır yoksa tasarım mı? Sessiz sakin alan mı istersin, yoksa gittiğin bir yerlerden, tanıdığın birilerinden mi ilham alırsın? Bir şey mi tetikler bunu yoksa o fikir o anda mı gelir? Yoksa kafanın içinde bir süre döner, sonra final resmi mi bulursun? Buna ek olarak, bir işbölümünüz var mı Emir ile?
Evet, işbölümümüz var. En başta bana hep “kendi markan” derdi ama ben üretim ve finans kısmını bilmediğim için bunu kendi başıma yapamam. Bu yüzden işbölümünü yarı yarıya böldük. Ben “creative”, marketing, tasarım ve sosyal medya kısmındayım. O, daha insan kaynakları, finans ve üretim kısmında. 

Daha analitik kısmında yani.
Aynen öyle. Koleksiyon kısmında ise benim başlangıcım desen oluyor, renkler oluyor. Kafamda biraz modeli düşündükten sonra desenlere geçiyorum. Bu şekilde hikayeyi oluşturabiliyorum.



Tasarım tarafında bir iki gün kapanmam gerekiyor, yarattığım dünyada bir süre kalmam gerekiyor yani. Hatta bazen bir gün yetmiyor. İçine girmişken devam ettirmek istiyorum ama pek olmuyor. Sessiz sakin o dünyada kalmak iyice kışkırtıyor fikirleri.

Çok yoğun ve sıklıkla üretim yapıyorsunuz. Bununla ilgili bir şeyler okudum ama yeniden anlamak istediğim için soruyorum: Sürdürülebilirlik adına, çevreye daha faydalı olabilmek adına dikkat ettiğiniz bir şeyler var mı? 
Aslında biz iki koleksiyonla çıktık. Üçüncü dükkanlara sattığınız zaman size hep talepte bulunuyorlar. Bir anda bu döngüye girince de çıkamıyorsunuz gibi bir durum oluyor. Biz önceden sipariş alıyoruz. İlk günden beri konsinye denilen şeye karşıyız. Çünkü konsinye olunca, üretiyorsunuz üretiyorsunuz, satmayan kalıyor. Kendimizi korumak ve fazla stoktan kaçınmak için bunu yapmıyoruz. Siparişlerimizi topluyoruz ve minimum ne satabiliriz diye düşünüyoruz. Mesela “minimum order quantity” diye bir şey var. Genelde, 100-150 adet bekliyorlar. 150 adetse üretmiyoruz diyoruz. Yani satamayacağımızı bildiğimiz şeyleri üretmiyoruz. O yüzden, minimumda stok koymaya çalışıyoruz. Bunun yanında her şeyimiz ve üreticilerimiz lokal. Nakış ve el işçiliğini çok kullanıyoruz, bunu fabrikalarda yaptırtmıyoruz, kadınlar yapıyor.

Sadece senin bildiğin böyle bir “final touch”ın, gizli bir dokunuşun var mı?
Aslında, yeni yeni olacak. Yeni “branding” yaptırdık, şimdi bazı ürünlere koyacağız. Bu, insanlara keşfettirme kaygısıyla yapıldı. Çok saklı ve çok minik detaylar koymayı planlıyoruz tüm ürünlerde. Ama şimdi çok küçük bir ekip olduğumuz için, yani ben çok minik detaylarla ilgilenmek istiyordum ama bu karmaşada kolay olmadı. Her şeyle tek tek ilgilenemiyorum vaziyetine geldim. Şimdi her şeyle tekrar yeni baştan, bir tık daha “slow”/yavaş, daha katma değerli ürün yapmak gayemiz . 

Bu kadar kısa zamanda, bu dört sene içinde Paris’te butik açtınız, Londra’da bir butiğiniz vardı, doğru mu söylüyorum? 
Londra’daki pop-up butikti. Paris’te showroom açıyoruz.




Daha yeni bir de Mango işbirliği yaptınız. 


Evet. 

Bizi bekleyen başka sürprizler var mı?
Var aslında, şu anda… Siedrés’in kendi minik minik güzel projeleri var. Bir tanesi, dükkan açıyoruz! Çok büyük değil ama içerisinde kendi oluşumu olan bir şey. Onu da anlatmak isterdim ama henüz anlatmak için çok erken. 

En son ne okudun? Sana ilham veren bir kitap ya da bir film mesela?
“Cabana” dergisi bana çok ilham veriyor. Hep yanı başımdadır. Her yerde çekim yapıyorlar. Mesela İtalya’ya gidip köyleri çekiyorlar. Türkiye’de, İstanbul’da mesela camileri çekiyorlar… Dokusu olan yerlerden hikayeler çekiyorlar. Bu çok hoşuma gidiyor. Kapak çekimlerini tekstille birleştiriyorlar. 

Kendini en kötü veya en darda hissettiğin zamanlarda kendine hatırlattığın şey ne? Belki kendine söylediğin bir söz?
“En kötü ne olabilir!” diyorum ve aklıma kötü bir şey gelmiyor. Ailem var arkamda. Küçük yaşta babamı kaybettim, onu da yaşadığım için başka çok korkum yok. En kötü ne olabilir? İnsan her şeye alışıyor çünkü. Acı ama gerçek, alışıyorsunuz.

Peki yeni yıl için kadınlara, Siedréscilere ne söylemek istersin? 
Bu sene hepimiz için zor oldu. Umudun azaldığı bir yıl gibi geldi bana. Covid dönemi bile böyle değildi. Ama umut kaybolmasın! Umudumuzu kaybetmeyelim. İnsan kendi başına ve kendi dünyasında mutlu olduğu sürece yaşamak için ya da yaratmak için hep bir neden var.




Röportaj: Serenay Sarıkaya
Fotoğraflar: Dilek Altan

ELLE Türkiye Aralık-Ocak 2024 sayısından alınmıştır.








Dergide Bu Ay

ELLE Temmuz-Ağustos Sayısı Çıktı!

ELLE Temmuz-Ağustos Sayısı Çıktı!

Temmuz-Ağustos sayımızın kapağında Bige Önal ile sessiz gücün izinde, yazın kıyısında bir keşfe çıkıyoruz.

BU SAYIDA NELER VAR?

E-Bülten Aboneliği

E-bültenimize şimdi abone olun,
magazin dünyasındaki tüm gelişmelerden anında haberiniz olsun.