Fotoğraflar: Nan Goldin
Bir bisiklet edinmiştim Paris’te. Öyle havalı bir şey değildi; biraz eski, biraz yorulmuş. Ama her yere onunla gidiyordum. Bisikletin üstünde, vitrinlere değil; yüzlere, pencerelere, bir anlığına yakaladığım hayat parıltılarına bakıyordum. Moda haftası koşuşturmaları, randevular, küçük toplantılar, kitapçı duraklamaları… Hepsine onunla yetişiyordum. Metroya ya da taksiye binmek yerine sokak aralarından geçmek, köprülerin üzerinden kayar gibi ilerlemek bana daha gerçek geliyordu Yokuşlarda nefesim hızlanıyor, köprülerden geçerken içimde tuhaf bir kırılganlık beliriyordu. Paris, vitrinden izlediğim bir şehir olmaktan çıkıyor; rüzgarı, sesi, kokusu olan canlı bir şeye dönüşüyordu. Paris’i en çok o anlarda sevdim.. Çünkü o anlarda şehir, yalnızca bir dekor değil, bir duyguya dönüşüyordu.
Fotoğraf: Mona Sapkur
Bir akşam bisikletle dolaşırken bir kitapçıda Nan Goldin’in "The Ballad of Sexual Dependency" kitabına rastlıyorum. Önce kapağı görüyorum —o sarı ışık, o odanın içindeki kırılgan ama dirençli hava— ve kalbime küçük bir sarsıntı gibi dokunuyor. Kitabı hiç düşünmeden alıp kaldığım hostele dönüyorum.
Hostel baştan sona halıfleksle kaplı; adımların sesi bile yumuşuyor, sanki her şey fısıldayarak yaşanıyor. Bir oda ve küçük bir banyo… Öğrencilerin, gezginlerin, kaybolmakla bulunmak arasında gidip gelen insanların kaldığı daracık bir yer. Bavullar kapının yanında bekliyor, yastıklar başkasının uykusundan kalma bir sıcaklığı saklıyor. Pencereden içeri giren hava Paris’ten çok, yolculuğun kendisine ait. Ve ben, o küçük odada yatağın kenarına oturup sayfaları açıyorum. Paris yavaşça geri çekiliyor, yerini Goldin’in dünyası alıyor. Sanki fotoğrafların içindeki insanlar bana bir sandalye çekmiş, “otur ve dinle” demişler gibi. O akşam, yalnızlığımın ortasında hem başkalarına hem de kendime biraz daha yaklaştığımı hissediyorum.
2025’in son günleri… Bu sefer İstanbul soğuğu hafifçe kendini hissettirirken Pera Müzesi’nin küçük, sakin salonunda yerimi alıyorum. Biletimde yazan isim: "Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri" (All the Beauty and the Bloodshed).
Işıklar yavaşça sönüyor. Karşımda kocaman bir sinema perdesi değil; daha çok, birinin evinde oturup eski fotoğraflara bakıyormuşum gibi hissettiren samimi bir ekran. Pera Müzesi’nin 20. yılı için hazırlanan “Bütün O Sanat” programı kapsamında Nan Goldin’in dünyası açılıyor — sessizce, usul usul. Sanki yıllar önce Paris’te elime geçen o kitabın sayfaları, bu kez İstanbul da ışıkla yeniden okunuyor.
Laura Poitras’ın Venedik’te Altın Aslan alan bu belgeseli, yalnızca Nan Goldin’in hayatına değil, onun dünyayı nasıl gördüğüne de tanıklık ediyor. Goldin’in kuir toplulukları, dostlukları ve kendi yaşamını yıllardır kaydeden o kırılgan ama cesur fotoğrafları; sanatçının opioid krizinin başaktörlerinden Sackler ailesine karşı yürüttüğü mücadeleyle iç içe anlatılıyor. Film hem bir sanatçının dünyasına yakın duruyor hem de çağımıza ait büyük bir yaranın izini sürüyor.
Goldin’in dünyasında güzellik, kusursuzluktan değil kırık yerlerden sızıyor. İnsanlar fotoğraflarda hazırlanmış ya da rol yapar halde değil. Makyajı akmış yüzler, kavganın ardından gelen sessizlik, sabaha uzayan geceler… Ve bütün bunların üzerinde hafif bir şefkat tonu. Çünkü Goldin, kamerayı bir yargıç gibi değil bir dost gibi kullanıyor. Yakınlaşmaktan, temas etmekten, duygudan kaçmıyor. O, hayatı uzaktan çerçeveleyen fotoğrafçı değil, o hayatın içinde nefes alan biri.
Goldin’in fotoğraflarına bakarken aşkın ve bağımlılığın nasıl birbirine karıştığını da görüyorsunuz. İlişkiler hem güven hem boğuntu, hem ihtiyaç hem mesafe isteği. Kadınların birbiriyle kurduğu dayanışmanın sıcaklığı ile erkeklerin rekabetle sertleşen varlığı yan yana.
Goldin için fotoğraf, sadece kayıt değil — hafızanın yeniden inşası. Çocuk yaşta kız kardeşini kaybetmiş birinin sesi var bu fotoğraflarda. Unutulacak olanın aceleyle tutulmaya çalışıldığı bir el. Hafızanın başkalarının anlatısına bırakılmasına karşı bir direniş. “Gerçekten kimdi?” sorusunun etrafında dolaşan bir arayış. Belki de bu yüzden, fotoğraflarındaki insanlar sahneye çıkmıyor; yalnızca var oluyorlar.
Goldin, hayatı romantize etmiyor. Ama onun içindeki şiiri de gözden kaçırmıyor. Sevginin yıkıcı gücüyle insanın direngen tarafı arasındaki ince çizgide dolaşıyor. Ve belki de en sarsıcı olan, tüm bu kırılganlığın romantik bir cesaret içermesi:
Olduğun gibi görünmek.
Maske takmadan.
Yorum eklemeden.
Kendini saklamadan.
Benim için Nan Goldin, bir fotoğrafçıdan çok, hayatı kendi çıplak haliyle kabul etmeye çalışan bir “tanık”. Dünyayı güzelleştirmek için değil, dünyayı olduğu gibi sevebilmek için fotoğraf çekiyor sanki.
Ve ben, Paris’teki o küçük odada, sayfaların arasında dolaşırken şunu hissetmiştim:
Bazı hayatlar, bir albümden çok bir günlük gibi yaşanır.
Goldin’in dünyası da tam olarak böyle — acıyla, aşkla, bağımlılıkla, arzuyla ve tüm savunmasızlığıyla. Ve belki de güzellik tam burada başlıyor.
"The Ballad of Sexual Dependency”, bana insan ilişkilerinin ne kadar karmaşık ve kırılgan olabileceğini değil — bu kırılganlığın aslında bir tür güç olduğunu hatırlattı. Goldin’in dünyasında sevgi, dağınık ve yorucu ama gerçek. Ve belki de bu yüzden, kitabı her elime aldığımda yalnızca fotoğraflara bakmıyor, bir hayatın içinden geçiyorum. Nan Goldin’in karelerindeki insanlar gibi olmayı istiyorum bazen. Olduğum gibi kalmayı… Fazla parlatmadan, düzeltmeden, açıklama yapmadan. Bisikletin üzerinde ilerlerken içimdeki kırılganlığı saklamamaya çalışıyorum. Güçlü görünme çabasını biraz olsun bırakıp incinebilir halimle şehre karışıyorum. O anlarda kendime daha çok benziyorum; başkalarının gözüne değil, kendi varlığıma daha yakın hissediyorum.
Not: Nan Goldin hayranları için: “This Will Not End Well” başlıklı büyük retrospektif, 18 Mart–21 Haziran 2026 tarihleri arasında Paris’te, Grand Palais’de görülebilir.