Stiliniz sayesinde tüm özgüveninizle sokakta yürüyebilirsiniz. Stil sahibi olmak, bir yaşam tarzıdır. Sabah yataktan kalkmanız için bir sebeptir. Eğer stiliniz yoksa, bir hiçsiniz” dediğinde Diana Vreeland’in hayatında Instagram yoktu. Realitesi mavi ceketli bir adamla sınırlıydı. O adamın ismi Bill Cunningham’dı. Bugün tüm influencer’ların ve sokak fotoğrafçılarının teşekkür etmesi gereken isim. İlk kez 1978 yılında New York Times için sokağa çıktığında, henüz sokak stili diye bir tanım yoktu. Çektiği kareler bugün takıntı haline getirdiğimiz çeşitlilik konusunda bir numaraydı. Yaşlı ve genç, şişman ve zayıf, uzun ve kısa her türde insanı fotoğraflıyordu. Aslında bire bir olarak trendlere odaklanmaktansa, karakteristik stili olanlar dikkatini çekiyordu. Yaşam biçimlerini, alt kültürleri yansıtanlar onun objeleri oldu. Fotoğrafları onlarca yıl New York Times’ta yayınlandı. Yıl 2000’ler olunca başkaları da ondan aldıkları ilhamla bu işe soyunmaya başladı. Bunlar, bugün sık sık duyduğunuz isimler; Scott Schuman, Garance Dore, Phil Oh, Tommy Ton, Adam Katz Sinding. Çektikleri kareleri,kendi portföylerini dünyayla paylaşmak için online blog’larda yayınlamaya başladılar. Şimdi yakın geçmişe hızlı bakış: Yıl 2006. Scott’la birlikte sokak stilinin yeni dönemi başlamış oldu. Scott Schuman arkadaşından borç para alarak bir fotoğraf makinesi satın aldı. Aynı dönemde Phil Oh, moda haftalarının en eğlenceli ve sarkastik anlarını çekmeye başladı. Garance Dore tertemiz ışık oyunlarıyla, oluşmaya başlayan sokak stili kavramını cilaladı. Adam Katz Sinding en karakteristik ve spontane anları yakaladı. “Sekiz saat boyunca bir yerde bekler ve sadece 15 kişinin fotoğrafını çekebilirdim” diyor Phil Oh bir röportajında. Böylece normal insanlara birer model gibi davranılmaya başlanmasıyla yenibir sektör doğmuş oldu. Sonrasındaysa işler biraz karışmış olabilir...
MODA SİRKİ
Garance Dore gelinen noktayı “Artık bu kırmızı halı sistemine dönüştü. Bir kişi geliyor ve 100 farklı fotoğrafçı aynı kareyi çekiyor” diye özetliyor gelinen noktayı. İlk zamanlarda sadece editörlerin ve moda direktörlerinin fotoğraflandığı sokak stili dünyasına yeni birileri sızmaya çalıştı. Bu insanlar genelde moda sektöründe kendilerine yer edinemeyenlerdi. Böylece yoktan kendilerini sisteme dahil etmenin bir yolunu buldular. Blonde Salad ile Chiara Ferragni’nin hayatımıza girmesi, Harvard’da tez konusu olması ve akabinde milyon dolarlar kazanması da bu süre zarfında gerçekleşti. Sussie Bubble, Bryan Boy, Leandra Medine’i de böylece tanıdık. Sonra birden Instagram çıktı. Önem sırası içerikten görselliğe şeklinde yer değiştirdi. Görsel oluşturma yetileriniz kuvvetliyse şanslıydınız, değilse bunu kolayca öğrenebilirdiniz. Birçok uygulama sayesinde hepimiz kendi hayatımızın görsel yönetmeni olduk. İşin kreatif boyutuna hiç gerek kalmadı, matematiğini çözdük. Formülü uygulayan herkesin takipçi sayısı binlere çıktı. Sonra sorgulamaya başladık. İşler ne zaman bu kadar yüzeyselleşti? Moda haftaları ne zaman bir sirke dönüştü? Moda sektörünün teyzesi, en güçlü eleştirmeni Suzy Menkes 2013 yılında New York Times’daki yazısında tam olarak bunları sorguladı.
“Bugün, defile çıkışları tavus kuşlarıyla dolu. Desen karmaşası elbiselerini, Club sandviç yüksekliğindeki platform ayakkabılarla giyiyorlar. Fotoğrafçıları görünce tüylerini kabartıyorlar.” Gerçek stil sahibi olanlarla, bu işi şova dönüştürüp gösteri yapmak isteyenler arasında kaldık yıllarca. En büyük derdimiz bu sirkin destekleniyor olmasıydı. Sonra o dönemin blogger’ları olan, bugünün influencer’larından yanıt geldi: Modanın demokratikleşmesi sizi neden bu kadar rahatsız ediyor? Sektörde bambaşka bir dilemma ortaya çıktı. 2008 yılında Marc Jacobs ilk defa, çantalarından birine ünlü olmayan birinin adını verdi; BB Bag. Yani Bryanboy. Ve sokak stili ikonlarının sponsorlukla giyindiği günler başlamış oldu. Otantiklik ve karakteristik özelliklerin yansıtılması için çıkılan bu yol bambaşka bir hale büründü. Artık kendi zevklerine ya da yaratıcı kombinasyonlarına göre değil, kendilerine gelen hediyeler doğrultusunda giyinen bir kitle oluştu. Bu durumun gerçekliğini düşünen birkaç kişiydik. Sponsorlukla giyinen ve her gelen hediyeyi beğenen birinin stili gerçek miydi, değil miydi? Bu, ne kadar dürüst bir yaklaşımdı? Suzy Menkes aynı yazıda şundan bahsediyordu: “Gazetecilerin hediyeler kabul etmesini rüşvet almakla aynı olarak gördüğünü düşünürsek, blogger’ların gelen hediyeleri adeta anons etmeleri beni çok şaşırtıyor. Bir moda gazetecisi olarak bana öğretilen şuydu: Bir tasarım sen beğendiğin için iyi değil, sen onu zaten iyi olduğu için beğeniyorsun. Moda blogger’larının pek de anlayabileceği bir yaklaşım değil."
LIKE DOLU GÜNLER
Sokak modasının popülaritesi arttıkça, defile çıkışlarında daha fazla insan görünmeye başladı. Blogger’lar, moda öğrencileri en iyi kıyafetleriyle, fotoğrafçılar karşısında anlamsızca bir ileri bir geri hareket etmeyi görev bildiler. Ümitleri birilerinin fotoğraflarını çekmesiydi. “Rick Owens defilesine giderken Rick Owens giyinen kadınlar, Valentino’ya giderken Valentino giyiyorlardı. Hadi ama, bu ikisi çok farklı, sen gerçekten hangisisin diye düşünüyor insan” demişti Adam Katz Sinding bundan aylar önce kendisiyle yaptığımız röportajda. Özetle, bu insanlara ve stillerine olan inancımız çatırdamaya başladı. Sokak stili bir zamanlar heyecan verirken, sirke dönüşen saçma bir hal aldı. Anladık ki mükemmel fiziksel özellikler, sorgusuzca harcanmaya hazır bir bütçe ya da simetrik yüz hatlarından daha çok bir bakış açısına sahip olmak gerekiyor stil sahibi olabilmek için. İnsanları bazen tekrar baktıracak kadar maksimal ya da keşfettikçe derinliğinde kaybolacağınız kadar minimal...
Takipçi sayısı 2-3 K olan, mikro influencer’lar belki de bu yüzden kıymete bindi. “Like” garantili parçaları umursamadıkları, sponsorlukla değil içlerinden geldikleri gibi giyindikleri için. Bütün ilgimiz ezbere giyinen kadınlardan, mikro influencer’lara kaydığında New York, Londra, Milano ve Paris moda haftalarının da ışığı söndü. Yerlerini İskandinav moda haftalarındaki kadınlar doldurdu. Tiflis sokak stiliyse herkesin keşfetmek istediği bir vahaya dönüştü. Burası avangard, özgür, otantik, cool ve underground... Seul’ün ünü ise sınırları çoktan aştı. Özgünlükleri, kendilerini güçlü bir şekilde ifade etme becerileri ve taze fikirleriyle Seul’ün genç jenerasyonu sokak stilinin özlediğimiz ruhunu canlandırıyor. Post-dijital dönem sayesinde dünyayla bağlantılarını sıkı tutan, trendlere hassas ve özenle yaklaşan milenyallerin sokak stilini yeniden ele alışına şahitlik ediyoruz. Biçim, form ve anlam değiştirmiş olsa da sokak stili bugün hâlâ, defilelerden bile daha çok merak ediliyor. Sokak stiliyle olan aşk-nefret ilişkimiz hiçbir zaman bitmeyecek gibi görünüyor. Belki sadece hayranlıkla izlediğimiz isimler değişecek fakat kişisel bir keşif alanı sağlayan, kişiliği gölgelemeyen sokak stili ilgi odağı olmaya devam edecek.
Yazı: Serli Gazer Boyacı
ELLE 2018, Kasım sayısından alınmıştır.