Biri Bizi Gözetliyor ile hayatımıza giren dikizleme kültürü, başkalarının hayatlarını izleyerek aldığımız haz duygusunu alenileştirdi.
İnsanlar 21. yüzyılın başlarında BBG yarışmasını izlerken, tuvalette kamera olup olmadığını merak ediyordu. Bu merakın devamı çöpçatanlık yarışmaları, gelin kaynana adaylarının çekişmesi, ıssız bir adaya yerleşen yarışmacıların fiziksel ve sinirsel değişimlerinin izlenmesi ile geldi.
BİRİ BİZİ GÖZETLESİN DİYE HITCHCOCK’TAN SWARM’A GERİM GERİM GERİLDİK!
1954 yılında çekilen başrollerini James Steward ve Grace Kelly’nin paylaştığı bir Hitchcock klasiği olan “Rear Window” (Arka Pencere) daha o yıllarda dikizleme kültürünün ustaca bir gerilime dönüşmesinin en güzel örneklerinden biri oldu. Filmin konusu iş kazası geçirerek ayağını kıran ve evinden dışarı çıkmayan bir foto-muhabirinin yan apartmandaki komşularını can sıkıntısından fotoğraf makinesi ile izlemesi üzerine kurulmuştur. Komşularının özel hayatlarına dair birçok bilgi edinen muhabir, sık gördüğü bir komşusunu artık göremeyince şüpheye kapılır ve araştırmaya başlar.
Günümüzde elimizde dürbün ile evimizin arka penceresinden karşı komşumuzun salonunda neler olup bittiğini öğrenmek için beklememize gerek yok. Çevremizdeki hemen hemen herkes hayatında neler olup bittiğini gönüllü olarak 1964 yılında hayatımıza giren internet sayesinde tüm dünya ile paylaşıyor.
Artık insanların nerede olduğunu ve ne yaptığını anlamak için akıllı telefonlarımıza bazı uygulamaları indirmek yeterli. Örneğin Foursquare ile başlayıp Swarm ile devam eden yer bildirim uygulaması. Swarm ile sadece nerede olduğumuzu bildirmiyor, daha önce oraya gitmiş ve düşüncelerini paylaşmış kişileri görebiliyor, yorumlarını okuyabiliyoruz. Dahası aynı zamanda orada bulunan insanlar arasında tanıdıklarımız var ise haberleşebiliyor, tanımadığımız ama hoşumuza giden insanlara da arkadaşlık talebi gönderebiliyoruz.
Tabii ki sosyal paylaşım ağlarının mucizeleri bunlar ile sınırlı değil, aynı zamanda takip ettiğimiz kişilerin Instagram uygulaması ile en son neler yaptığını, Facebook ile dahil olduğu grupları, kimlerle arkadaş olduğunu hatta ailesi ve yakın çevresi hakkında bilgiyi Twitter ile de ruh halini öğrenebiliyoruz. Tabii ki artık sınırlı karakter sayısına ne kadarı sığarsa…
DİKİZLEME KÜLTÜRÜ VE SOSYAL MEDYA
Sosyal medya ile insanlar çevrelerini gözetlerken önce biraz çekimser davrandılar. “Acaba baktığım belli oluyor mudur?” “Ya yanlışlıkla fotoğrafı beğenirsem?” gibi “deli sorular” insanların kafasında dolanıp durdu. Instagram paylaşılan videoların kaç defa görüntülendiğini açıklayan uygulama başlattığında, “videosunu kaç kere izlediğim belli oluyor mudur?” diye panik atak geçiren insanların sayısını söylemiyorum bile. Snapchat ekran fotoğrafını alanları alenileştirince “Instagram da bunu yaptı mı?” diye yine soğuk terler döküldü. Fakat daha sonra her şey gibi bu durum da sıradanlaştı. Bunun üzerine kendince farkındalık yaratmak isteyenler, dikkat çekebilmek için yatak pozlarını, kendilerini bir vitrinde sergileyen seksi görüntülerini paylaşmaya başladılar. Türkiye’de “panpiş” ismini taktığı takipçileri ile paylaştığı fotoğraflar üzerinden halkla ilişkiler çalışması yaptığını söyleyen Hilal Cebeci, aslında Demi Moore’un boşanma arifesinde girdiği bunalım sonrasında paylaştığı fotoğrafların Türkiye yansımasıydı. Hilal Cebeci kendi gündemini yaratırken aslında halkla ilişkiler mesleğine de büyük haksızlık etmişti. Bu durum sadece Hilal Cebeci ile sınırlı kalmadı tabii ki, kendini sosyal medyada fenomen ilan etmek isteyen ve eski ününü kaybeden isimler Instagram’da ilginç fotoğrafları ile dikkat çekmeye çalıştı. Türkiye’de Hilal Cebeci’den sonra bir örnek de saksıyı kapıp cep telefonu kamerasının karşısında “selfie” bir diğer ifade ile özçekim yapan Doğuş oldu. Bu paylaşımlar mahremiyetin duvarlarını yıkarken, çıplaklığa karşı sansür uygulayan Instagram’a savaş açan ünlü isimler de isyanlarını yine çıplak fotoğraflar ile dile getirdi. Madonna’nın neden kalça göstermek serbest ama göğüs serbest değil diye paylaştığı fotoğraf buna örnek olabilir.
~
Sonunda ünlü isimlerin benimle ilgilenin, ben de buradayım feryadına sıradan isimler de katıldı. Artık 2006 yılında Nike markasının Sofia Boutella ile çektiği ve milyonların adını söylemesine ya da bir fan kulübünün olmasına gerek olmadığını anlatan Nike Women döneminden çok uzağız. Çünkü günümüzde artık herkes ünlü ve herkesin çevresindeki insanlara gösterecek ilginç bir hikayesi var.
İnternet sayesinde Kabile Çağı’ndan yeniden çıkan birey, sanal dünyada kendisine milyonlarca arkadaş, takipçi bulabilirken, hem gerçek yalnızlığını sanal ile örtmeye, hem de insanların yüzüne söyleyemediklerini sanal dünyada takma isim ya da sahte hesaplarla ifade etmeye başladı.
Dikizleme kültürü aslında Youtube, Flickr, My Sapce, Facebook, Instagram, Google Plus gibi sosyal paylaşım ağları ve kanalları ile bir “reality show”a dönüştü. (Niedzviecki, 2009: 8)
Sosyal paylaşım ağları, artık insanların boş zaman etkinliğinden çıkarak, kendilerini gerçekleştirdikleri ve dünya ile kendi aralarında kurdukları bir iletişim köprüsü haline geldi. İnsanlar artık “an”ı paylaşabilmek için “an”ı yaşayamamaya başladı. Kahvaltısından, çoraplarına, yatağından, tatil pozlarına kadar her şeyini sosyal ağlarda paylaşan birey gizlilik ya da özelin ortadan kalkmasına, mahremiyet duygusunun sonlanmasına neden oldu. Bireyler kendilerini sınırlayan şeylerden, oluşturdukları sanal kimlikler ile kurtuldu ve algılanmasını istediği imajı gerçek benlik imajının çok çok ötesine geçti. Her göstergenin bir ileti taşıdığı düşünülürse, pazarlama alanında karşımıza her yerden çıkan reklamların yanına bir de kendimizi eklediğimizi söylesek yanlış olmaz herhalde.
Artık hayatımızı kamuya açmak gibi vazgeçemediğimiz bir geleneğimiz var. İşin ilginç tarafı artık sadece ünlüleri takip etmiyoruz. Sıradan insanların yine sıradan insanlar tarafından sıkı takibi söz konusu. Aldığımız “like” sayısı da reytingimiz.
Julie&Julia filmini izlemiş olanlar söylemek istediğimi daha iyi anlayacaktır. 2009 yılında vizyona giren, yönetmenliğini Nora Ephron’un yaptığı filmin başrollerini Meryl Streep ve Amy Adams paylaşıyor. Julia Child 60'lı yıllarda, yazdığı yemek kitabı sayesinde Amerika'da fenomen olmuş bir yazar. Julie, Julia'nın yemek kitabından esinlenerek kitaptaki tarifleri deneyip bir blog açmaya karar veriyor. 365 güne 524 tarif sığdırmaya çalışan Julie, önce blog yazılarının kimse tarafından takip edilmediğini düşünüyor. Fakat sonrasında tarif yazmadığı gün okuyucularından gelen tepkiler, gerçekten onu takip eden insanların var olduğunu gösteriyor. Ve bu durum Julie’nin bambaşka bir kariyere sahip olmasına neden oluyor. Hikâyenin sonunda Julia kendi zamanının en önemli aracı kitap ile efsane olmuşken, Julie teknoloji çağında aynı yollardan geçerek binlerce takipçisi olan bir yemek blogger'ı haline geliyor. Gerçek bir hikâyeden alınmış Julia&Julie filminin konusu kısaca böyle. Günümüzde de yüzlerce yemek blogger'ının binlerce takipçisi var. Kimilerimiz müdavimi olduğu blogger'ın tariflerinden şaşmıyor, kimilerimiz blogger istediği yemeğin tarifini yazmadıysa ona mail atıp tarifini istiyor. Kısacası artık Zeki Müren de bizi görüyor ve etkileşimsiz bir anımız geçmiyor.
80’li yıllarda dünyaya gelenler çok iyi bilir ki, biz ünlüler ile ilgili haberleri ancak televizyondan ya da ayda bir, 15 günde bir çıkan dergilerden alabilirdik. Blue Jean dergisi, MTV olmasa “Kim? Nerede? Ne yapmış?” dünyadan haberimiz olmazdı. Ama şimdi yaşadıkları aşklardan, oturdukları evlere, ojelerinin renginden, nerede spor yaptıklarına kadar her şeyi anında görebiliyoruz.
Ünlüler kendi hayatlarının detaylarını sosyal medyada paylaşarak televizyon henüz popüler iken bir gizem diyarı olan ve insanlar tarafından merak edilen dünyalarını halka açtılar. Benim favorim Ayşe Arman.
Ayşe Arman diyet programını, baskül üzerindeyken kilosunu, her gün spor yapmanın güzel yanlarını, aşkın her yaşta harika bir duygu olduğunu, eşine duyduğu sevgiyi, Mumbai’deki hayatını, röportajlarını instagram hesabından paylaştığı fotoğraflarla anlatıp duruyor. Bazıları çok eleştiriyor, bazıları ise içten buluyor. Hangi tarafta olursanız olun, Ayşe Arman sosyal medyayı en iyi kullananlardan biri. Hem işini, hem özel hayatını hem de sosyal sorumluluk diyebileceğimiz çalışmaları tek bir hesaptan, dijital dünyanın hasret kaldığı ve markaların ulaşmayı hedeflediği samimiyetle yönetebiliyor.
Şimdiye kadar yazılanlar aslında dikizlemenin biraz daha şöhret kısmı ve hayatımızda meydana getirdiği değişiklikler ile ilgiliydi. Toplumsal olarak baktığımızda dikizlemenin bireylerde her şeye anında ulaşma ve her şeyi anında bilme hastalığına neden olduğunu da görebiliyoruz. Hal Niedzviecki, Dikizleme Günlüğü kitabında verdiği bir örnek ile durumu özetliyor.
~
İnsanoğlunun GPS ile Sınanması ve Dikizleme Bağımlılığı
Niedzviecki’nin kitabında, karısının işe giderken kullandığı yolu GPS ile takip eden birinin karşılaştığı bilinmezlik sonucunda girdiği ruh halini ve dikizlemenin nasıl bir bağımlılık yarattığını net olarak görebiliyoruz.
“Ekrana bakıp eşimin nereye gittiğini anlamaya çalıştım. Saatte 17 kilometre hızla güneye doğru gidiyordu. Bulunduğu enlem 43.6549307685, boylam ise 79.4143996015’ti. Siyah bir noktanın “Google Map” üzerindeki hareketini izliyordum. İşte, benim karım, diye düşündüm. İşe gidiyordu, her zamanki gibi Toronto şehir merkezini batıya doğru geçmekteydi. Derken bir anda durdu.
Neden durmuş olabilir?
Acaba alet mi bozuldu?
Ancak olamaz çünkü ekranda güç 100’de 100 olarak görünüyor ve GPS’in doğruluk oranı mükemmel. Yani aletle ilgili bir sorun yok. Olan gerçekten de buydu; karım durdu. Bilgisayarımı kapatıp açtım. Programı yeniden başlattı ve karımın bulunduğu yeri tekrar buldu. Hala aynı yeri gösteriyordu. Dakikalar geçmişti ama yerinden kıpırdamamıştı. Belki de kırmızı ışık yanmıştır diye düşündüm; fakat hangi kırmızı ışık bu kadar uzun süre yanar ki? Kırmızı ışıkta beklerken bir tanıdığa rastlamış ve lafa dalmış olabilirdi. Hayır! Başına bir şey gelmişti. Bisikletlilerin varlığını unutup duran sürücülerden birinin dikkatsizliğinin kurbanı olmuştu. Spor arabasının aniden açtığı kapısına eşim çarpıvermişti. Evet, kaza yapmıştı. Üzerinden kamyon geçmiş de olabilirdi. Telefonu alıp numarasını çevirdim. Beş dakikadır onu temsil eden siyah nokta kıpırdamadığına göre kesinlikle sorun vardı. Derken tekrar hareket etmeye başladı. Nokta hareket ediyorsa eşim de hareket ediyordu. Telefonu yerine bıraktım. Yeniden batı yönünde hareket ediyordu. Hızı artmaya başlamıştı. Neredeyse saatte 19 kilometre yapıyordu. Kendimi rahatlamış hissettim. Ona hiçbir şey olmamıştı. Noktanın College Caddesi’nde ilerleyişini, sonra yollardan birine sapışını ve bisikletini park edişini izledim. Evet, işte iş yerine varmıştı. Yani bir sorun yoktu. Bir süre sonra yaşadığım rahatlama hissi kızgınlığa dönüştü. Neden durmuştu ki? Ne yapıyordu o sırada? Onun nerede durduğunu biliyordum ama neden orada durduğunu bilmiyordum. Birden karım ve çocuğumla ilgili her şeyi bilmek istediğimi fark ettim. Üstelik aleti kullanmaya başlayalı bir gün olmuştu. Daha şimdiden, karımın işe gidişini izlemenin bağımlılık yapacağı çok açıktı” (Niedzviecki, 2009: 186-187).
Eşinin sadece ton balıklı sandviç almak için durup, pastaneye girmiş olması, yazarın dikizleme alışkanlığı sonucunda büyük bir hadiseye dönüşmüştü.
Örnekte yer alan GPS Snitch aslında çok amaçlı kullanılan bir alet. Örneğin hırsızlığa karşı arabanızda ya da yatınızda saklayabilirsiniz. Böylece bir hırsızlık olayı başına gelirse, arabanızın ya da yatınızın nerede olduğunu bulabilirsiniz. Ama tabii ki eşiniz bu aleti çantasında taşıyorsa Google Maps üzerinden onu dikizlemenizde de hiçbir sakınca yok.
Bu durum Hangover III’den bir sahneyi aklıma getirdi. Mr. Chow, Phil’in arabasını ve telefonunu çalınca onun nerede olduğunu “telefonum nerede” uygulamasından buluyorlardı.
Kısacası akıllı bir teknolojik alet sahibiyseniz ve sosyal paylaşım ortamlarında hesaplarınız var ve aktif olarak kullanıyorsanız günümüzde saklanmanız neredeyse imkansız.
Şimdiye kadar sosyal medyanın dikizlemenin bireyler üzerinde yarattığı etki, toplumsal olarak mahremiyetin kaybolması ve zaman zaman kapitalizme hizmeti ele alınmış olsa da içinde bulunduğumuz durum sadece bununla sınırlı değil.
Dünyada dikizleme ile ilgili insanı hayrete düşüren çok daha farklı örnekler görmek mümkün. Örneğin Andrew Jarecki’nin 2003 yapımı Capturing the Friedmans ya da Morgan Spurlock’un 2004 yapımı Super Size Me isimli belgeselleri (Niedzviecki, 2009 :21).
Jarecki sıradan insanların sıradan günlerinde çektiği sıradan videoları bir araya getirip, anları ölümsüzleştirerek bir belgesele dönüştürdü.
~
Spurlock ise bungee jumping gibi tehlikeli sporlara ilişkin programlarda spikerlik yapan, eski bir sunucuyu, bir ay boyunca sadece Mc Donald’s’tan yemek yerken görüntüledi. Sunucunun bu beslenme sonucunda ruh ve akıl sağlığında nasıl bir değişim yaşanacağının merakı herkesi etkisi altına aldı.
2006 yılında dikizleme kültürü biraz daha sınırlarını aşarak Eric Steel’in kamerasından The Brigde’in çıkmasına neden oldu. Sınırlarını aşarak ifadesini kullanma nedenim artık gizli kameranın kullanılmaya başlanmasıydı. Steel, Golden Gate Köprüsü’nden atlayarak intihar eden insanları kaydetmek için gizli kamerasını yerleştirmişti.
Lübnanlı sanatçı Mona Hatoum bir adım daha ileri giderek vücudundaki deliklere yerleştirdiği kameralar ile elde ettiği fotoğraf ve videoları bir sergide tüm dünya ile paylaşmıştı.
George Schneider ise “merak” olgusunu son noktaya taşıdı. Ünlü Alman sanatçı ölmek üzere olan bir insanı galerisinde sergiledi. Tabii ki burada ölmek üzere olan kişinin rızası hatta bu konudaki isteği de göz ardı edilmemeli. Burada tamamen ben buradayım demek ve ilgi odağı olmak söz konusuydu. Hasta olan kişi yalnızlığını bu şekilde giderirken insanlara da ölümü dikizleme imkanı sunuyordu.
Bu çalışmalar her ne kadar eleştirilse de Striptease Culture (Striptiz Kültürü) adlı kitabın yazarı Prof. Brian McNair dikizleme kültürünün yaygınlaşmasının iyi bir şey olduğunu, artık herkesin daha eşit olduğunu şu şekilde ifade etmiştir: “Eşcinsel ya da heteroseksüel, orta sınıf ya da zengin; herkes birbirinin dünyasına aşina. Ünlü insanlar iyi bir örnek. Big Brother isimli televizyon programı, sıradan kişileri popüler yapıyor. Şimdi de Celebrity Big Brother başladı. Bu program da popüler insanları sıradanlaştırıyor. Demek ki toplumda bir demokratikleşme söz konusu” (Niedzviecki, 2009:39).
İnternetin de bize yaptığı bu değil mi zaten?
McNair dışında Swinburne Teknoloji Üniversitesi’nden Avustralyalı bir ekip dikizleme kültürünün insanların ruh hallerini düzelttiğini ve daha mutlu olmalarını sağladıklarını söylüyor.
Clive Thompson ise insanların yazdığı bildirileri birleştirerek genel bir haritaya ulaşabileceğini, bu detaylar ile arkadaş ya da ailemizi daha iyi anlayabileceğimizi dile getiriyor. Jean Twenge için ise gençlerin daha önceki nesillere göre kendilerini daha çok önemsemeleri bu konuda önemli bir etken. Twenge bireyin kendi kimliğini kendisinin yaratabileceği görüşünde. Dijital medya ve dikizleme ile hem popüler kültürün dayatması olan farkına varılma isteğini doyururken hem de yalnızlığımızı sosyal ağlarda birçok insanla paylaşarak, aldığımız like kadar onaylanarak kendimize güvenimizi ve birey olarak varlığımızı gerçekleştirmiş oluyoruz.
Göz ardı etmememiz gereken bir diğer konu da artık tanımadığımız insanlarla da iletişim içinde olduğumuz gerçeği. Yüz yüze gelip konuşmadığımız insanlar ile sosyal paylaşım ağları sayesinde hayatlarımızı paylaşıp, onlarla sanal bir bağ kurabiliyoruz. Marshall McLuhan’ın söylediği gibi dünya gerçekten küresel bir köy haline gelirken, araç da mesajın ta kendisi oluyor. Telgraf ile gösteri çağının başladığını söyleyebiliyorsak dikizleme kültürünün de aslında kameranın kullanılmaya başlanması ile yerleştiğini söylemek yanlış olmaz. Özellikle teknolojik gelişmeler ile akıllı telefonların dijital kamera çözünürlüğünde kullanılabilmesi bu kültürün yaygınlaşmasında önemli rol oynadı.
Endüstri 4.0’dan bahsetmeden önce internette paylaştığımız hiçbir bilginin kaybolmadığını, hesaplarımız dışarıya kapalı olsa da arayüz programları ile gölge görüntülerin alınabildiğini ve paylaşılan bu bilgilerin bir veri bankasında tutulduğunu aklınızdan çıkartmamanız gerekiyor. Bir distopya olan 1984’de yer alan tele ekranlar insanların gönüllü olarak her anını paylaştığı bir sistem değildi ancak günümüzde sosyal medya platformları gönüllü olarak bilgilerin paylaşıldığı, hayatların gözler önüne serildiği bir sistem ve bu durum akıl alır gibi değil. Endüstri 4.0’ın getirisi sanal gerçeklik uygulamaları ile dikizleme boyutu müdahil olmaya kadar vardı. Artık olamayacağımız yerlerde oluyor, başkalarının hayatında olan deneyimleri yaşayabiliyor, dikizleme ya da diğer adı ile striptiz kültürüne dahil oluyor, sıra dışı olan her şeyi sıradanlaştırıyoruz. Örneğin Nike, Hypervenom Phantom 2 kramponlarının reklamı ile tüketicine Neymar’ın gözünden sanal gerçeklik heyecanı yaşattı. Dileyenler Neymar’ın kramponundan Neymar’ın sahadaki koşusunu gözetledi ve deneyimledi. Artık Neymar nasıl koşuyor biliyorlardı.
Samsung, Apple ile girdiği amansız rekabette sanal gerçeklik uygulaması ile tüketicisine farklı deneyimler yaşatmayı tercih etti. Duygulara dokundu, duyuları da ihmal etmedi tabii. Teknoloji ne kadar gelişse de hala duygularımız var ve inanın duygularına dokunduğunuz ama gerçekten dokunduğunuz tüketici dönüp dolaşıp gelip size dokunuyor, bir diğer ifade ile sizi tüketiyor.
Samsung Gear için hazırlanan sanal gerçeklik çalışmasında ailesinden binlerce km uzak olan bir baba, sanal gerçeklik ile 3. çocuğunun doğumunu Samsung Gear ile deneyimledi. Samsung’un sanal gerçeklik çalışması bununla da kalmadı, tüketiciyi kalbinden yakalayan başka bir çalışması daha yaptı. Samsung İtalya’da Santa Maria Hastanesi ile anlaştı ve hastanenin pediatri bölümündeki çocuklara sanal gerçeklik ile “Movieland”i gezdirdi.
Dünya üzerinde internette yılda 2.5 trilyonu aşkın görsel paylaşıldığını, 3 milyar bankamatiğin sizi dikizlediğini, her yıl 110 milyona yakın güvenlik kamerası satın alındığını düşünürsek attığımız sanal ve gerçek alemde attığımız her adımda dönüp bir arkamıza bakma ihtiyacı duymak çok da abartılı bir his olmasa gerek.
Birilerinin gözü kapitalizm ya da politik ihtiraslar için sürekli üzerinizde. Unutmayın!