Dior’un yeni sezon defilesinde hem düşünce, hem de tasarımsal olarak ilham aldığı, güçlü, cesur, aktivist ve savaşçı kadınlar olarak tanımladığı “cadılar”ın ve onların simgelediği protest ruhun izinde; geçmişten bugüne uzanan erkek egemen düşünceyi, ataerkin doğayı ve kadını nasıl baskı altında tuttuğunu, ekofeminizmin bu baskıya nasıl baş kaldırdığını inceliyoruz.
Yıpranmış kollar, yırtık danteller, delikler ve zarar görmüş elbiselerle salınan modeller, hayalete benzeyen görünümler, uzun redingotlar taşıyan “tuhaf” siluetler vardı Dior’un İlkbahar/Yaz 2024 defilesinde.
Mistik bir stil ve siyahın egemenliğindeki defileyi nasıl okumak gerektiğini, “Maria Grazia Chiuri cadı dudakları yapmamızı istedi, biz de aynı onun dediği gibi yaptık” diye anlatan, modellerin sımsıkı topuzlarını simsiyah dudaklarla tamamlayan makyaj sanatçısı Peter Philips’in sözlerinde okumak mümkün.
Chiuri, yarattığı siluetler üzerinden Ortaçağ’da ötekileştirilen, tuhaf ve tehlikeli bulundukları için öldürülen cadıları hatırlatmakla kalmıyor, erkeklerin yıllar önce olduğu gibi bugün de kadınlar üzerinde tahakküm kurmaya devam ettiğini, cadıların Ortaçağ’daki mücadelelerinin bugün hâlâ farklı şekilde de olsa eril bakış açısına karşı devam ettiğini vurguluyor ve aslında tüm kadınları birer “cadı” olmaya davet ediyor. Burada cadı karakteriyle Dior, önceki defilelerinde de vurguladığı üzere, sisteme başkaldıran, feminist ve aktivist bir kadın profiline gönderme yapıyor.
Bu sezon siyahların ve dantellerin egemenliğindeki gotik bir stille asi ve protest kadınları vurgulayan bir başka marka da Dolce & Gabbana ve Yamamoto. Ayrıca modanın sadece bu sezon değil geçmiş yıllarda da dramatik ve distopik görünümlerle, Alexander McQueen’den Rick Owens’a, Noir Kei Ninomiya’dan Rokh’a, kısaca birçok marka aracılığıyla “cadı” imgesini podyuma taşıdığını hatırlatalım.
Son yıllarda popüler kültürle hayatımıza dahil edilen, dizilerden sinema filmlerine farklı mecralarda karşımıza çıkan “cadılar” bugün güçlü, sisteme boyun eğmeyen ve mücadeleci bir kadın profilini alkışlarken aslında yıllar önce Ortaçağ’da büyük büyük ataları olan ve işkence görerek öldürülen kadınlar üzerinden kadın düşmanlığının, ötekileştirilmenin ve aslında hiç bitmeyen eril korkuların da temelini oluşturuyor.
Ortaçağ’da erkeklerin, ebe figürünü temsil eden, kadın bedenini kontrol edebilen, bitki bilimini tanıyan, doğayı bilen ve onunla iletişime geçebilen, şifacı ve bilge kadınları yaftaladığı cadılık, bugün aslında çok daha güçlü, ayakları yere basan, ne istediğini bilen bir kadın kimliğinin sembolü.
Erkekler o dönem sadece cadı olarak suçladıkları kadınları değil, o kadınların temsil ettikleri doğayı da bastırmak ve yok etmek istediler. Doğayla özdeşleştirdikleri kadınlara baskı kurdular. Erkeklerin nezdinde ikisi de güçsüz ve zayıftı. Şimdilerde devam eden, kadının doğurganlık üzerine temellenen rollere hapsedilmesinin temelinde bu var.
Bugün ekofeministler cadı avına maruz kalan kadınların rövanşını alıyor, hem kadınları, hem de doğayı sömüren erkek egemenliğine karşı savaşıyor, antikapitalist bir mücadele yürütüyorlar.
Dior’un feminist mesajından yola çıkıp cadılığın bugün ne anlama geldiğine, nasıl feminist ve savaşçı bir kimliğe büründüğüne, ekofeminizmin kadının eşitlik arayışında nasıl bir rolü olduğuna bakalım.
ATAERKİL DÜŞÜNCENİN TEMELİNDE CADI AVLARI VAR
Cadı kimliği bugün moda dünyasında her ne kadar güçlü bir kimlikle, feminizmle özdeşleştirilse ve her ne kadar kadınlara özgürlük ve eşitlik yolculuklarında bir rol model olarak sunulsa da aslında bir yandan da tarihsel olaylardan dolayı kadının güçsüzleştirilip ve etkisizleştirilip evine hapsedilmesinin simgesi.
15. ve 18. yüzyıllar arasında devam eden cadı avında doğayla iç içe yaşayan, doğanın iyileştirici güçlerinden faydalanan, tarım yapan, geçimini doğadan sağlayan, kadın bedenine ve üreme sağlığına hakim olan, ebelikle uğraşan şifacı ve otacı birçok kadın cadılıkla suçlandı, işkenceye maruz bırakıldı ve öldürüldü. Cadı avları aslında bugün hâlâ süregelen, kadını sadece ev ortamında tanımlayan, ona sadece evde hareket serbestisi tanıyan erkek egemen bakış açısının da nüvelerinden biri. O dönemde doğada çalıştığı için cezalandırılan kadınların büyük büyük torunlarının ev dışında çalışmalarına bugün hâlâ iyi gözle bakmıyor ataerkil düşünce.
15. ve 18. yüzyıllar arasında birçok ressamın, cadı avına maruz kalan bu kadınları oldukça çirkin, ürkütücü ve yaşlı bir şekilde resmetmeleri; yine bugün de var olan kadının ötekileştirilmesi, ehlileştirilmiyorsa eğer “çirkin” ve “şeytani” addedilmesi düşüncesinin temelinde yer alıyor. Ayrıca yıllarca yüceltilen, tek estetik doğru olarak kabul gören kusursuz beden anlayışının, gençlik ve güzellik dayatmasının, yaşlı ayrımcılığının ve kadın düşmanlığının gerisinde de yine bu cadı avlarının bulunduğunu söylemek yanlış olmaz.
Mona Chollet “Bugünün Cadıları” kitabında tüm kadınlara şöyle sesleniyor: “Cadıların fısıltılarının bizi yönlendirdiği yolu takip edip düşünce dünyamızı ve hayal gücümüzü serbest bıraktığımızda büyük bir coşku bizi bekliyor olacak: Cesaretin, isyanın, hayatı olumlamanın, otoriteye kafa tutmanın vereceği coşku.”
Fransız yazar ve araştırmacı Mona Chollet’nin “Bugünün Cadıları; Kadınların Yenilmez Gücü” kitabında geçmiş yüzyıllarda gerçekleşen cadı avlarının bugünkü dünyayı biçimlendirdiğine dikkat çekmesi de eril düşünce yapısının ve cinsiyet ayrımcılığının dün ve bugün varlığını nasıl devam ettirdiğini gösteriyor. Chollet’nin kitabındaki “Cadı avlarının yaşandığı dönemde kadınlar üretim ve çalışma dünyasından men edilir, meslek örgütlerinden dışlanırlar” tespiti; kadınların bugün de rastladığımız, aktif çalışma hayatından uzaklaştırılması düşüncesinin ta 15. yüzyılda başladığını doğruluyor.
TÜM KADINLARI “CADI” OLMAYA DAVET EDİYOR!
Mona Chollet’nin kitabında da altını çizdiği, cadılığı sahiplenen ve direniş gösteren, bağımsızlığından ödün vermeden bekar kalmayı seçen, sistemin dışında kalan kadınların bugün tüm dünyada ataerkil baskıya maruz kalan ama ona boyun eğmeyen, her ne olursa olsun mücadeleye devam eden kadınların ataları olduğunu söyleyebiliriz.
Yıllar önce birçok işkenceye maruz kalan, diri diri yakılan, büyücülükle suçlanan kadınlar günümüzde erkek şiddetinin hedefi olarak dövülüyor ve öldürülüyor. Tıpkı cadı olarak nitelendirilen kadınların ellerinden alınan doğa bilgisi gibi bugünün kadınları da yine ekonomik şiddetle cebelleşiyor, ne bilgiye ulaşmalarına izin veriliyor, ne de ellerindeki bilgiyi kullanmalarına.
Cadı avıyla bugün kadınlara yönelik şiddetin arasında bağ kuran bir başka isim de radikal feminist, akademisyen ve yazar Silvia Federici. Kendisi “Caliban ve Cadı Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim” isimli kitabında kadına yönelik şiddetin nedenleri üzerine düşündürüyor, kadın korkusunun temelinde yatan politikaları gözler önüne seriyor ve bugünkü şiddetin gerisindeki kadın ve kadın bedeni korkusunun, aslında ta bu cadı avlarına uzandığını hatırlatıyor.
Mona Chollet “Bugünün Cadıları” isimli kitabında geçmişte gerçekleşen cadı avının bugünkü dünyayı da biçimlendirdiğine dikkat çekiyor. Tuhaf bir mizansenin ve kasvetli karakterlerin damga vurduğu, bir kadının bağımsızlığı üzerine şekillenen “Poor Things” (“Zavallılar”) filmi, Altın Küre’de Emma Stone’a En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandırırdı, 11 dalda Oscar’a aday gösterildi.
Mona Chollet tüm kadınları “cadı” olmaya davet ederken, onları direnmeye, savaşmaya, hapsedilmek istenilen alanlarından çıkmaya, bedenlerinin kontrolünü ele geçirmeye ve yapmak istediklerini sonuna kadar gerçekleştirebilmek için azmetmeye çağırıyor.
Bugün hem moda dünyasında, hem de popüler kültürde cadının sırtlandığı aktif, güçlü ve savaşçı kadının gerisinde işte böyle bir anlam yatıyor. Kadınlara uygulanan eril baskı bitmedi belki ama kadın mücadelesi de cadı avından bugüne katlanarak ve güçlenerek tüm dünyada devam ediyor.
ERİL İKTİDARA KARŞI EKOFEMİNİZM
Eril baskının cadı avı döneminde kadınları, bedenlerini ve kadınların doğayla ilişkilerini baskı altına alma ihtiyacı bugün de devam ederken ve günümüzde kadınlar iklim krizine ve doğanın sömürülmesine karşı mücadele ederken, 70’lerde ortaya çıkan ekofeminist düşünce bu mücadelenin bayrağını ele geçirip hem doğayı, hem de kadınları katleden erkek egemenliğine ve kapitalist düzene başkaldırıyor. Başka bir deyişle yıllar önce cadılıkla suçlanmış kadınların hakkını bugün ekofeministler; hem doğaya, hem de kadına hükmedebileceğine inanan erkek egemenliğine savaş açarak arıyorlar. Kadını doğaya, doğal olana indirgemeden ve kadının doğayla tamamlanacağını düşünmeden, kadının özgürlüğü ve doğanın sürdürülebilir olması için çalışmalarını sürdürüyorlar.
İklim krizinden en çok etkilenen kadınlar olurken (iklim krizinin erkek şiddetini artırdığı kanıtlanmış bir gerçek) iklim krizine karşı en fazla ses çıkaranlar, doğanın sömürülmesine ve tahrip edilmesine karşı protesto edenler yine kadınlar. Akkuyu’daki nükleer santrale, HES’lere, Hasankeyf’teki baraj yapımına, Bergama ve Kaz Dağları’ndaki maden projelerine direnenlerin kadınlar olduğunu, kadınların ekolojik mücadelede etkin rol oynadıklarını unutmayalım. Çevre hareketinde öncü rol oynayan kadınları, 500 yıl önce doğayla denge içinde yaşayan, doğayı koruyup kollayan ama cadılıkla suçlanan kadınların genç nesilden torunları olarak kabul edebiliriz.
Ekofeminizm yalnızca kadınların çevre eylemlerine dahil olmasında hayat bulmuyor, bu eylemlerin amacı olan doğanın kurtuluşunun ve özgürleşmesinin de tıpkı kadının özgürleşmesi gibi eril iktidarın son bulmasında yattığına inanıyor. Kadın ve doğa sorunlarının temel kaynağı olduğunu düşündüğü patriarkal sisteme ve onun uzantısı kapitalizme karşı kadınların örgütlenmesi gerektiğini savunuyor. Erkek egemen bakış açısına karşı mücadelenin devam etmesinde, bugün moda dünyasının çağrı yaptığı gibi kadınların cesur, savaşçı, özgür ve sisteme boyun eğmeyen “cadılar” olabilmelerinde büyük payı var.
Akademisyen Dr. Senem Timuroğlu ekofeminizmi anlatıyor:
“Ekofeminizm, kadın hareketi ve çevre hareketini birleştiren,feminizmle ekoloji arasında bağ kuran teorik ve örgütlü bir mücadeledir. Ekofeministler çevrecilerden farklı olarak doğa düşmanlığının nedeninin kadınları da sömüren, baskı altına alan ataerkilin ve onun ideolojik zemini olduğunu vurgular. Ataerkil düzenin felsefi temelini, akıl, ruh ve erkek ile beden, duygu ve kadın eşleştirmesine dayanan hiyerarşik ikilikle inşa etmiştir. Bu ikili yapıda, kadınlar; hayvanlar ve doğa ile birlikte akıldan yoksun, maddi yani bedensel dünyaya ait kılınmıştır. Bu dünya erkek akıl için denetlenmesi, düzenlenmesi gereken, akıl ve ruhun alanından daha aşağıda bir konumdadır. Kadınların aşağı cinsiyet olmalarını meşrulaştıran bu bakış, hayvanlar ve doğayı aynı yerden kavrar. İlk defa 1972’de Françoise d’Eaubonne tarafından ortaya atılan ekofeminizm kavramı, bu anlamda cinsiyetçilik ve türcülük arasındaki ilişkiyi sorgular. O tarihten itibaren farklı teorisyenler, farklı yaklaşımlar inşa eder. Başlıcaları; kültürel ekofeminizm, küresel ekofeminizm, sosyalist ekofeminizm, kuir ekofeminizm, vegan ekofeminizmdir.
Ekofeminist yaklaşımlar arasındaki temel fark ise kadınların doğaya yakınlığını biyolojik bulanlar ile toplumsal yani kültürel ve tarihsel bulanlar arasındadır. Kültürel ekofeministler ki bunlar daha çok pagan dönemlerin tanrıça dinleriyle, cadılıkla ilişki kuran, ruhani ekofeministlerin de içinde yer almaktadır; kadınların biyolojik yapısıyla doğa arasında bir yakınlık kurar. Ancak bu bakış ataerkil düzenin hiyerarşik ikiliklerinde kadınları özellikle doğurgan olma özelliklerinden dolayı üremeye indirgeyen, akıldan yoksun olduklarını söyleyen, böylece kadınları tahakküm altına almayı meşrulaştıran bakışla aynı olduğu için kadınların özgürleşmesi açısından doğru bir yaklaşım olamayacaktır. Diğer ekofeminist bakış ise kadınların doğa ile yakınlığını, bin yıldır kadınların insanlığın gündelik geçimini sağlamak için doğa ile iç içe deneyim birikimine sahip olmalarından ileri geldiğini savunur. Bitki ve yemişleri toplama, bitkilerden ilaç yapma, tarımla uğraşma gibi aslında cadı denilen, ebe ve şifacı olan kadınların birikmiş deneyimlerini de içeren bu deneyimden birikmiş bilgiye ataerkil tarafından el konmuştur. Vandana Shiva’nın öncülüğünü yaptığı küresel ekofeminist yaklaşım, ataerkil dev kapitalist şirketlere karşı gıdanın geleceği için tohumları koruma mücadelesi verirken, sürdürülebilir tarım için kadınların sakladığı bilgiyi de derleyip toparlamaktadır. Aralarındaki farklılıklara rağmen ekofeminist yaklaşımların tümü kadınların kurtuluşunun tüm insandışı varlıklarla birlikte olacağını işaret etmektedir. Dolayısıylafeminist hareket türler arası geniş bir ittifakla yol almaktadır. İklim krizinin sona ermesi, kadınlara, hayvanlara ve doğaya yönelik şiddetin bitmesiyle yani ekolojik dengenin sağlanmasıyla ancak gerçekleşebilecektir. Erkek insan kibrinin ikili düşünce yapısının, yani ‘en değerli varlık benim, benim dışımdakiler aşağı, ben onları her türlü sömürebilir, denetleyebilirim, doğayı yakıp yıkabilir, kadınlara ve hayvanlara tecavüz edebilirim’ düşüncesinin yıkılması ise ekofeminist felsefe yapısı, etik ve kavramlarının yerleşmesiyle olacaktır.”
Yazı: Selin Miloşyan
Fotoğraflar: Launchmetrics Spotlight
ELLE Türkiye Şubat 2024 sayısından alınmıştır.