Londra Merkezli Yeni Bir Sanat Girişimi Olan ‘Teaspoon Projects’ İle Tanışın

Londra’da hayata geçirilen Teaspoon Projects, çağdaş hikâye anlatımının katmanlarını keşfetmeye adanmış dinamik bir küratöryel girişim olarak dikkat çekiyor.

Demet Kamış DEMET KAMIŞ 07 Temmuz 2025

İstanbul doğumlu küratör ve girişimci Ilgın (Gigi) Sürel’in öncülüğünde hayata geçen Teaspoon Projects, sanat ve edebiyatın kesişim noktasında disiplinler arası diyalogları teşvik ederek sanatsal ifadenin sınırlarını genişletmeyi hedefliyor. Pop-up sergiler ve çok yönlü programlar aracılığıyla proje, sanat ile hayat arasındaki etkileşimi araştırıyor ve hem bireysel hem de kolektif deneyimlerimizi şekillendiren ince bağlantıları ve derin akıntıları görünür kılıyor. Londra’daki ilk sergisiyle uluslararası arenada yankı uyandıran Teaspoon Projects'i kurucusu Ilgın (Gigi) Sürel'den dinliyoruz.

Northwestern Üniversitesi’nde Fikri Mülkiyet Hukuku alanında yüksek lisans yaparken sanatla nasıl tanıştınız?

Klişe olacak ama sanata hep ilgim vardı; annem küçükken bana “sanatçı minikkuş” derdi. Ama sanırım dokuz yaşımdan sonra resim yapmayı bıraktım. Sebebi bilinmiyor. Önce New York’ta, sonra Chicago’da hukuk yüksek lisansı yaptım ve daha New York’tan itibaren sanatı bir sosyalleşme aracı olarak görmeye başladım. Önce Guggenheim Müzesi’nin Young Collectors Council Acquisitions Committee’sine, ardından Museum of Contemporary Art Chicago’da bir komiteye katıldım. Başta amacım sadece hobi olarak sanatı desteklemekti; küratörlük ya da koleksiyonerlik gibi bir niyetim yoktu.

Chicago’dayken bir benefit dinner’da, eserini yakından tanıma fırsatı bulduğum bir sanatçıyla aynı masaya denk geldim. Onunla sohbet ettikçe içimde bir merak uyandı ve o akşam onun eserine teklif verdim. O günden sonra sanatçılar hayatımda hep dost olarak kaldılar. Küçükken çok fazla düşündüğüm ve hissettiğim için kendimi garip, hatta tuhaf hissederdim. Bu his üniversite yıllarımda da devam etti. Ama sanatçılarla iletişim kurmaya başladıktan sonra aslında yalnız olmadığımı fark ettim.

İstanbul’dan Londra’ya uzanan kariyer yolculuğunuz sizi bir küratör olarak nasıl şekillendirdi? Kendi sanat yolculuğunuzda sizi en çok motive eden unsurlar neler?

İstanbul’da yaşarken bienal ve Contemporary Istanbul’a gitmek dışında sanatla çok yakın bir ilişkim yoktu. Ama sanırım İstanbullu olmanın yaratıcılığa güçlü bir etkisi var. Biz oldukça duygusal insanlarız ve yenilikleri çok hızlı içselleştirebiliyoruz. Empati yetimiz de çok gelişmiş; hem Batılı hem Doğulu sanatçılarla kolayca bağ kurabiliyorum. Sanırım bu insani yön beni en çok motive eden şey. Hikâyeleri dinlemek, anlamaya çalışmak, soru sormak…

Teaspoon Projects fikri nasıl doğdu? Bu platformun çıkışındaki ilham kaynağınız neydi?

Kendi koleksiyonum ve sanatçılarla dostluğum olduğu için sıkça “Kendi projeni yapacak mısın?” diye sorulurdu. Ama içime gerçekten sinmeyen, sırf bir şey yapmış olmak için yapılan bir sergi fikri bana hiç cazip gelmedi. Geçen sene uluslararası ‘blue chip’ bir galeri olan White Cube’daki işimden ayrıldıktan sonra biraz boşlukta hissettim ve tamamen kendim için bir roman yazmaya başladım. Yazmak, kafamı toparlamamı sağladı ama aynı zamanda sanatçılarla olan ilişkime de farklı bir gözle bakmaya başladım.

Romanların en güzel yanı, dünyayı daha karmaşık ve katmanlı bir şekilde anlamamıza yardımcı olmaları. Kurgu, net cevaplar sunmak yerine düşünmeye, sorgulamaya, hatta bazen kaybolmaya alan açıyor. Sonra düşündüm: Bir sergi de böyle olabilir mi? İçine girildiğinde sadece sanat eserlerine bakılan değil, izleyicinin de bir şekilde sürecin parçası olduğu, katılabileceği, oynayabileceği bir alan… Teaspoon Projects böyle doğdu.

Pop-up sergiler yapıyoruz, genellikle kariyerinin başındaki sanatçılarla çalışıyorum, işleri biraz karıştırmayı seviyorum. Bazen içine performans giriyor, bazen metin, bazen yemek—hatta parfüm bile... Amaç, sergi mekânlarını daha sıcak ve yaşayan yerler hâline getirmek.

Şimdilik Londra’dayız ama buraya bağlı kalmak gibi bir derdim yok, farklı şehirlerde de işler yapmayı planlıyorum—İstanbul başta geliyor tabii. Teaspoon biraz oyun alanı gibi aslında; her sergiyle yeni bir şey denemek, sanatçılar ve izleyiciler için biraz alışılmışın dışına çıkmak istiyorum. Her şeyin çok açıklanmış ve net olmasına alışığız ama ben biraz da sorularla yaşamayı seviyorum. O yüzden Teaspoon’da kesin cevaplar değil, keşfetme hissi var.

Teaspoon Projects’in açılış sergisi nerede, ne zaman ve nasıl gerçekleşti? Bu ilk sergi, küratöryel bakışınızı nasıl etkiledi?

İlk sergim A Thousand-Pointed Star, Marylebone’da bir haftalık bir festival olarak gerçekleşti. Açılış performansı, Müslüman olarak büyümüş bir İngiliz sanatçı olan Aliya Orr’dandı. Parfüm atölyesini dostum Cherry Cheng düzenledi; Jouissance adlı markası edebiyat ve sanattan ilham alıyor. Şiir gecesi, nakış ve yazı atölyeleri, Nina Gonzalez-Park ile sake ve tortilla etrafında şekillenen bir yemek etkileşimi de programdaydı.

Benim için sergi mekânlarının sadece eserleri sergilemek için değil, ziyaretçinin eserle gerçek bir bağ kurmasını sağlayacak şekilde kullanılması çok önemli. Ayrıca galerilere genelde sanat dünyasına hâkim kişiler gidiyor. Geniş kitleler için bağ kurmak zor, çünkü onlara bu araçlar verilmiyor. Teaspoon Projects sergilerinde farklı duyulara hitap ediyoruz. Mayıstaki ikinci sergimiz ise ikili bir gösteri olacak; çok daha küçük bir mekânda gerçekleşecek. Bu kez ziyaretçiler, dilerlerse 15 dakikalık sessiz ve yalnız bir zaman dilimi rezerve edebilecekler. Meditasyon yapabilir, yazabilir, kitap okuyabilirler—ben bile orada olmayacağım. Yani sadece workshop değil, mekânı her anlamda en verimli şekilde kullanmak önceliğimiz. İlk sergim bana community konseptinin ne kadar önemli olduğunu ve doğru, samimi bir yaklaşımla bunun ne kadar hızlı inşa edilebileceğini gösterdi.

Yenilikçi bir sanat platformu olarak, sergilerin kürasyon sürecinde hangi yaratıcı zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

Kalıcı bir mekânım olmamasının hem avantajları hem de zorlukları var. Her yeni mekânın farklı kuralları oluyor ve bazen mülk sahipleriyle uğraşmak zor olabiliyor. Sanatçılarla iletişim benim için en kolay kısım çünkü oldukça sezgisel yaklaşıyorum. Zorluklar daha çok lojistik alanda çıkıyor.

Farklı disiplinlerden sanatçılarla çalışmak projelerinize nasıl bir zenginlik katıyor?

Küratöryel pratiğim büyük ölçüde günümüz insan olma deneyimine farklı bakışlar sunmaya dayanıyor. Bu deneyim hem bedensel hem de ruhsal olarak çok katmanlı ve sadece fotoğraf ya da yağlı boya ile bunu yansıtmak bana yetersiz geliyor. Doku, materyal, bakım, zaman, emek—bunlar çok önemli.

Platformunuz aracılığıyla bireysel ve kolektif anlatıları izleyiciye aktarma süreciniz nasıl ilerliyor?

Bu soruyu sormanız beni çok mutlu etti çünkü Eylül ayında gerçekleşecek grup sergimizde, hafıza ve anılara bireyselden başlayıp kolektife uzanan bir yaklaşımla bakıyoruz. Nobel ödüllü yazar Annie Ernaux’nun ‘autofiction’ pratiğinden ilhamla bu sergiyi kurguladım. Video, fotoğraf ve heykelin ağırlıkta olduğu bir sergi olacak. Anıların lineer değil, aksine döngüsel ve üst üste binen bir yapısı olduğunu vurgulayan bir anlatı kuruyoruz. Yani ailemizin biz doğmadan önce yaşadığı bir göç ile dün akşam gittiğimiz bir yemek arasında görünmeyen ama güçlü bağlar var.

Türk sanatçılarının uluslararası arenada daha fazla yer alması için ne gibi projeler geliştirmeyi hedefliyorsunuz?

Örneğin, Eylül ayındaki sergimde iki Türk sanatçının eserleri yer alacak, bir başka sanatçı da performans gerçekleştirecek. 2026’da Istanbul’da bir sergi yapmayı planlıyorum, aynı şekilde Lizbon da radarımda. Bu sene New York’taki bağlantılarımı da geliştireceğim. Eylül’deki gibi hem yerel hem Türk sanatçıların bir araya geldiği sergilerin, küratöryel pratiğimde önemli bir yer tutmasını istiyorum. Önce Londra’da projeyi sağlamlaştırdıktan sonra yurtdışına açılmanın daha kolay olacağını düşünüyorum.

Ama sadece “Türk sanatçı gösteriyorum” gibi sınırlandırıcı bir yaklaşımdan yanayım diyemem. Bu biraz ayrıştırıcı olabilir. Geçtiğimiz haftalarda Londra’da yaşayan iki genç Türk sanatçıyla birlikte bir etkinlik yaptık. Kıbrıslı ve Meksikalı iki sanatçının da katılımıyla, kitaplar ve semboller üzerinden yazı egzersizleri içeren bir workshop gerçekleştirdik. Sonrasında pişmaniye ikram ettik, hem kelimenin kökeni hem de tatlının dokusu üzerine tatlı sohbetler ettik. Çin’in Sichuan bölgesinden gelen bir katılımcı, pişmaniyenin çocukken tattığı bir tatlıya çok benzediğini söyledi. Yani Türk sanatçılara alan açarken, birleştirici bir yaklaşım benimsiyorum.

Sanatı bir “dönüştürücü güç” olarak görüyorsunuz. Sanatın yaşam üzerindeki bu dönüştürücü gücüne dair kişisel gözlemleriniz neler?

Sanat, zaafiyet gösterebilmektir—vulnerability. Bu kelimenin tam Türkçe karşılığını bulmak zor. Profesyonel hayatta, hatta gündelik yaşamda bile bundan kaçınırız. Ama bu, insanın kendisinden de kaçması demek. Sanat bence insana korkmamayı, kendisiyle yüzleşmeyi ve duygularıyla barışmayı öğretiyor.


Dergide Bu Ay

Yakında: ELLE Aralık & Ocak Sayısı

Yakında: ELLE Aralık & Ocak Sayısı

Yeni yılın en parlak sayfasını, Yasemin Ergene’nin zarafeti ve zamansız Bvlgari parıltısıyla açıyoruz.

BU SAYIDA NELER VAR?

E-Bülten Aboneliği

E-bültenimize şimdi abone olun,
magazin dünyasındaki tüm gelişmelerden anında haberiniz olsun.