Desen, obje, video, ses ve performans gibi farklı öğeleri bir araya getiren yapıtı konuşmak üzere Eviner’in atölyesindeyiz.
İnci Eviner’in Venedik’teki enstalasyonunun mimari çizimlerine, daha önceki sergilerinde yer alan çeşitli objelere, fotoğraflara, sanat kitaplarına, videolarında kullandığı kostümlere rastlayabileceğiniz Haliç’teki geniş ve ferah atölye, aldığı muhteşem ışıkla ilham verici bir çalışma ortamı sunuyor.
Bu çok katmanlı, karmaşık ve sanatsal resme bakınca sanatçının zengin ruh halini biraz olsun anlayabilirsiniz ama onu daha iyi tanımak için öncelikle resimle başladığı sanat hayatını nasıl besleyip bu noktaya getirdiğini sorarak başlıyoruz sohbete: “Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim eğitimi aldım. O yıllarda sanat alanları arasında keskin sınırlar vardı ve ancak bir disiplinde eğitim alabiliyordunuz. Akademi, dönemin sanat ve sanatçı profilini şekillendiren etkin bir kurumdu ve bu yanıyla hayallerimi gerçekleştirebileceğim bir ortam sunuyordu bana. Ama diğer yandan konservatif eğitim anlayışı beni sürekli dışarı doğru itiyordu. İşte bu çelişkilerle başa çıkmaya çalışırken sanat anlayışım ve pratiğim şekillendi. Tuval resmi ile bir türlü barışamamıştım ama desen çizmek benim için çok daha özgürleştirici bir pratikti. Daha sonraki yıllarda, çizerek düşünmenin insanın zihnini nasıl açtığını ve sanat üretimine nasıl süreklilik sağladığını yaşadım ve gördüm. Üstelik desen çizmek için sadece kağıt ve kaleme ihtiyacınız var ve her yerde çizebilirsiniz. Desen aynı zamanda özgüvenimi pekiştirdi ve kendimi başka disiplinlere yakın hissetmeme önayak oldu.”
İNCİ EVİNER’İN DÜNYASI
Disiplinlerarası çalışan İnci Eviner’in eserlerinde genel olarak, sosyo-kültürel ve politik bir yapı içinde kadın kimliğini, toplumsal cinsiyet ve kimlik politikalarını incelediğini hatırlatalım. Şöyle aktarıyor düşüncelerini: “Kimlik politikaları yalnız bizi değil tüm dünyayı krize sokan çok katmanlı bir mesele. Üstelik bu kültürde doğup büyüdüğüm için bu sorunun doğrudan tanığıyım ve bunun ağırlığını taşıyorum. Türkiye’yi dünyada olup biten toplumsal travmalarla ilişkisi içinde ama kendime ve izleyicilere teorileştirmeden, ülkeyle ilgili yargıda bulunmadan göstermek istiyorum. Bunu, elbette bildiğim tek yoldan yani kendi sanat pratiğimin içinde ilerleyerek, hareketli görüntüler, desen, ses ve yerleştirmelerden oluşan bir dünya kurarak gerçekleştiriyorum.”
KİMLİKLER OLUŞMADAN ÖNCE NE VARDI?
Peki kimlik meselesi Venedik Bienali Türkiye Pavyonu’nda sergilenecek ‘Biz, Başka Yerde’ye nasıl yansıyor? Eviner, Türkiye Pavyonu’nu dev bir sahneye dönüştürecek ve buradaki desenler, mimari öğeler, videolar, ses yerleştirmeleri ve objelerle bakın bizlere neler düşündürecek: “Günümüzde kimlik siyasetlerinin ölümcül sonuçlarını görüyor ve yaşıyoruz. Dolayısıyla eserimde kimlikler henüz oluşmadan önceki durumun ne olabileceğini hayal ediyorum. ‘Biz, Başka Yerde’ için kuracağım sahnede yarısı kayıp sandalye ve yataklar, yarım pisuarlar; tüm kimlikleri kucaklayacak bir canlı tanımına neden ulaşamadığımızı sorgulayacak. Yani çıplak insan olmakla vatandaş, insan, hayvan, Türkiyeli ve dünyalı olmak arasında bir boşluktan sorularımı soruyorum. Sürekli yeniden tanımlanmak zorunda kalan insanlık durumunu duyumsal ve duygusal bir sahneye dönüştürerek bir deneyim alanı oluşturmayı düşünüyorum.”
11 Mayıs tarihinde başlayan ve 24 Kasım 2019’a kadar devam edecek Venedik Bienali 58. Uluslararası Sanat Sergisi, İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) koordinasyonunda düzenleniyor. Türkiye Pavyonu’nda, Kadir Has Üniversitesi’nde Sanat ve Tasarım Fakültesi öğretim üyeliği görevini yürüten, çağdaş sanatçı Doç. İnci Eviner’in ‘Biz, Başka Yerde’ başlıklı yapıtı sergileniyor.
İnci Eviner, ‘Biz, Başka Yerde’ isimli yapıtında farklı disiplinlerden isimlerle birlikte çalışıyor. Projenin mimari tasarımı Birge Yıldırım Okta ve Gürkan Okta’ya, ses tasarımı Tolga Tüzün’e ait. Videolarda ise performans sanatçısı ve dansçı Canan Yücel Pekiçten, Melih Kıraç ve Gülden Arsal yer alıyor.En solda Eviner’in atölyesinin duvarındaki eskizler göze çarpıyor. Soldaki pisuar, ‘Biz, Başka Yerde’ için kullanılan enstalasyonun parçalarından biri.
Kısaca desenlerinin, videolarının ve oluşturduğu mimari yapının sonucunda ortaya çıkan bu çok katmanlı, deneysel ve performatif yapıdaki eseriyle arada kalanların dünyasını açığa çıkarıyor. Ben bunları arafta kalanlar olarak da niteleyebilirim.
Eviner ayrıca eserini oluştururken eski defterleri açtığını, son tamamladığı video olan ‘Cennetin Yeniden Canlandırılması’nın sahne arkası fotoğrafları üzerinde iz sürdüğünü anlatıyor: “Burada kendilerine vaat edilmemiş cennet tahayyülü ile kendi cinselliklerinin arasına sıkışmış kadın bedenleri sürekli hareket ederek çırpınıp duruyor ve olup bitene bir anlam vermek istiyorlar. İki sahneye ayrılmış videoda üst tarafta hayat akıp giderken kadınlar kendilerine yerin altında bir varlık alanı yaratmak için sürekli mücadele ediyor.
‘Biz, Başka Yerde’de ise bu hayali karakterler toprağın içinden çıkıp etrafa saçılıyorlar. Baskı ve zulmün eksilttiği, yarım bıraktığı ve sakatladığı hafızalarını kenarlarda, gizli köşelerde, odalarda arıyorlar. Mimari yerleştirmenin içinde ve duvarlarında yer alan videoların yanı sıra desenler ve mekana saplanmış objeler de var.”
KİMLERDEN BESLENİYOR?
‘Biz, Başka Yerde’de, ele aldığı tamamlanmayan kimlikler ve eksik hafızalar dışında özellikle toplu yer değiştirmeler ve mekansal boşluklar, yersizlik gibi temaları irdelediğini de hatırlatıyor. İnci Eviner bu temalara yakın duran çeşitli filozof ve düşünürlerden feyz aldığını dile getiriyor: “Değişen dünya koşulları kadar birey olarak kendimi tanıma ve bilme tutkumu filozof, düşünür ve siyaset bilimcilerden beslenerek canlı tutuyorum. Özellikle Hannah Arendt ve Agamben’in 2009’dan beri işlerimin üzerinde etkisi var. Kitlesel yer değiştirmeler ve merkezi dayatmacı kimlikler, otoriter rejimlerin işleyişi ve bütün bunlar hakkında okumak, güncel siyaseti takip etmek benim için vazgeçilmez. Ama elbet bilgiyi bilince dönüştürmek ve tutkularla desteklemek kendi sanatsal pratiğim içinde gerçekleşiyor. İnsan olmanın farklı kapasitelerinin tutkuyla peşine düşmek ve hayatın her alanıyla politikayı buluşturmak, benim dünya ile başa çıkma yolum diyebilirim.”
“POLİTİKACI DEĞİL, SANATÇIYIM”
Peki bu hayali karakterler hafızalarına kavuşabilecek, tamamlanabilecek, tüm farklılıkları kucaklayan ortak bir kimlikte buluşabilecekler mi? İnci Eviner’in eseriyle ilgili olan bu sorum aslında dünyadaki kimlik savaşlarının bir gün sona erip ermeyeceği konusunu da içeriyor: “Politikacı değil sanatçıyım o yüzden sonun nasıl olacağını bilemiyorum. Ben zihnin çeşitli katmanlarını harekete geçirerek bir durum yaratmak istiyorum. Tüm sanat yapıtları yeryüzünde bir etki oluşturmak ister. Ama sanatın dünyayı değiştirmek gibi ya da siyasete doğrudan etki etmek gibi bir işlevi olamaz. Sanat doğası gereği özgürdür, bunun sorumluluğunu ve eleştirel düşünce potansiyelini hep kendinde taşır. Bizi, dünyaya farklı bakmaya ve kendimizi de eleştirilerin hedefi olarak algılamaya yönlendirir. Politik özneler olarak sorumluluklarımızı hatırlatır.”
İnci Eviner fotoğrafçı Mert Terliksiz’e poz verirken, Liverpool Bienali için ürettiği ‘Cennetin Yeniden Canlandırılması’ isimli videosunda kullandığı bir heykele sarılıyor. Eviner, her sanatçı gibi kendisinin de insanları etkileyerek yaptığı işin içine çekmeyi ve onlara benzersiz bir deneyim yaşatmayı amaçladığını, mesaj vermekten öte özgün bir sanat yapıtı ortaya koyma gayretinde olduğunu anlatıyor.
“TÜRKİYE’DE SANATÇI SAYISI ÇOK AZ”
İnci Eviner sözlerine Türkiye’nin güncel sanat ortamını yorumlayarak son veriyor: “Günümüz sanat ortamı 80’li ve 90’lı yıllara göre çok daha iyi. Dünden bugüne epey yol aldığımız açık. En azından Arter, İstanbul Modern, Salt ve en önemlisi SAHA gibi sanatçılara prodüksiyon desteği veren dernek ve kurumlar var. Öte yandan Türkiye nüfusu düşünüldüğünde sanatçı sayısının çok az olduğunu gözlemliyoruz. En önemlisi sanatın Türkiye’nin kültür hayatının doğal bir parçası olamaması da çok üzücü. Bence toplumsal ve sosyal ayrışma en çok bu alanda görünür oldu. Bir yanda belediye galerilerinde açılan sergiler, devletin resmi kültürsüz kültür politikaları ve bir yanda diğerleri, yani biz varız. Bu ayrım sanat ortamına bir çeşitlilik ve zenginlik katmıyor, tersine iki karşıt görüş, iki ayrı dünya olarak yansıyor. Bu da sanat ortamında kendimizi kaçak dövüşen oyuncular olarak görmemize yol açıyor. Sanatçının kendini toplumsal dinamiklerin önemli ve muhalif bir aktörü olarak algılaması mümkün olmuyor ne yazık ki...”
YAZI: SELİN MİLOŞYAN
FOTOĞRAFLAR: MERT TERLİKSİZ