DİCE KAYEK'LE “FİLM” TADINDA BİR GÜN

Dice Kayek’in yaratıcıları Ayşe ve Ece Ege ile moda dünyasının dinamiklerini de etkileyecek, altında başarılı imzaları bulunan çok daha güncel bir konuyu tartışmak için yan yanayız...

ELLE ONLINE ELLE ONLINE 26 Aralık 2017

Çırağan Sarayı’nın İstanbul Boğazı’nı kucaklayan harika bahçesinde, bir dünya markası olan Dice Kayek’in yaratıcıları Ayşe ve Ece Ege’yle keyifli bir fotoğraf çekimi yaparken bir yandan da sarayın ihtişamından söz ediyor, eski çehresini giderek kaybeden İstanbul’a adeta meydan okuyan bu tarihi mekanın güzelliğinden bahsediyoruz. Temelde Batı’yla Osmanlı mimarisi arasındaki sentezden doğan, bugünün modern İstanbul’unda geçmişle estetik bir köprü kuran Çırağan Sarayı’nın barındırdığı zıtlıklar sanki Paris-İstanbul hattında yaşayan ve tasarımlarını her daim zıtlıklar üzerine kuran iki kız kardeşin moda felsefesini de çok iyi kucaklıyor. 2010 yılındaki İstanbul Contrast koleksiyonuyla İstanbul’un görkemli geçmişini güncel dinamizmine bağlayan elbiselere imza atan Dice Kayek’in 2018 yaz koleksiyonunu tanıttığı, avangart moda filmi “My Name is Eva”daki karanlık ortamla elbiselerin aydınlığı arasında dikkat çeken zıtlık tesadüf olmasa gerek. 

“Dijital dünyanın bu kadar öne çıktığı günümüzde biz moda filmlerinin gücüne defilelerden daha çok inanıyoruz” diye başlıyorlar anlatmaya Ayşe ve Ece Ege. Onlarla buluşmamıza vesile olan, Alman asıllı Marie Schuller imzalı bu yapım, barındırdığı zıt detaylarla sadece Dice Kayek’in modaya bakış açısını yansıtmakla kalmıyor, koleksiyon sunumunda önerdiği alternatif yöntemle de moda dünyasında yeni tartışmalar açıyor. 

İstanbul-Paris hattında gidip gelen, kendi deyimleriyle “İstanbul’un kaosuyla Paris’in düzeni” arasında yaşayan, tasarımlarında her daim İstanbul’un kültürel dokusundan beslenen Ayşe ve Ece Ege’yle daha anlamlı bir buluşma noktası olamazdı. İstanbul’un en güzel noktalarından birinde, İstanbul’u, moda filmlerinin simgelediği dönüşümü ve Türk modasını konuşuyoruz. Sonbahara inat içimizi ısıtan güneşin eşliğinde...

ELLE: Son birkaç sezondur koleksiyonlarınızı moda filmleriyle tanıtma yolunu seçtiniz ve moda filmlerinin defilelere göre daha güçlü bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz. 

AYŞE EGE: “Fashion film”, bizim de dahil olduğumuz yeni bir akım. Artık birçok marka koleksiyonlarının tanıtımında moda filmlerini kullanıyor. Sofia Coppola ve Baz Luhrmann gibi ünlü yönetmenlerden Peter Lindbergh gibi ünlü fotoğrafçılara kadar birçok isim moda filmleri çekiyor. Milano, Berlin, Londra ve İstanbul’da moda film festivalleri düzenleniyor. Biz de dijital dünyanın bu kadar öne çıktığı günümüzde moda filmlerinin gücüne, defilelerden daha çok inanıyoruz.

ECE EGE: Moda haftalarındaki defile sunumlarıyla ilgili birçok sorun gündemde. Moda haftalarının ne kadar gerekli olup olmadığı sorgulanırken, New York, Paris, Londra ve Milano moda haftalarında yapılan yüzlerce defile artık profesyonelleri bile sıkmaya başladı. Bugün eğer Chanel, Dior gibi dev bütçeli defileler yapamıyorsanız, klasik anlamda bir defilenin çok etkisi olduğuna inanmıyorum. Tüketiciye daha fazla ve çabuk ulaşmak için bugün markalar, moda filmleri gibi, koleksiyonlarının sunumunda alternatif formatlar yaratmaya çalışıyor. 

“MY NAME IS EVA” NASIL BİR FİLM?

ELLE: 2018 ilkbahar-yaz koleksiyonunuzu Alman yönetmen Marie Schuller’in yönettiği “My Name is Eva” filmiyle tanıttınız. Marie Schuller’le daha önce “Pearl”, “Blue”, “Noir” ve “White” filmleri için de bir araya geldiniz. Nasıl tanıştınız Schuller’le? 

A.E.:  “The Home of Fashion Film” olarak bilinen Show Studio’yla iş birliği yapmak istiyorduk. Show Studio’nun “Fashion Film” bölümünün başındaki Marie Schuller’in yönetmenliğini çok beğendiğimiz için birlikte iş yaptığımız yakın bir arkadaşımız vasıtasıyla tanıştık. 

E.E.:

Evet, uzun zamandır kendisiyle hem hazır giyim hem de “couture” koleksiyonlarımızda iş birliği yapıyoruz. Marie Schuller’le ilk filmimiz “Noir”ı Londra’da gerçekleştirdik; çok güzel bir tecrübeydi. Schuller’in yaratıcılığıyla Dice Kayek’in tarzı çok uydu. Ortaya da çok iyi bir prodüksiyon çıktı. “Noir”, çeşitli moda film festivallerine davet edilip aday olduktan sonra Milano Fashion Film Festivali’nde “En İyi Styling” dalında ödül aldı. Sosyal medyada paylaşılan, YouTube ve web sitelerinde yayımlanan moda filmleri sanatsal bir arşive dönüşüyor ve kesinlikle daha akılda kalıcı, etkili ve güçlü. 

ELLE: Sıra dışı bir güzelliğin, peri masalına atıfta bulunan bir estetiğin dikkat çektiği “My Name is Eva”da karanlıkla aydınlığın çatışmasını, saflıkla kötülüğün, gençlikle yaşlılığın iç içe geçtiğini gözlemliyoruz. Bu manada koleksiyonunuzdaki parçalar nasıl yorumlanıyor filmde? 

E.E.: Kumaş seçimlerinden şekillere, işlemelerden finisyonlara kadar koleksiyonlarımız hep zıtlıklar üzerinde kurulur. Dice Kayek koleksiyonlarının ana teması normalde birbirleriyle bağdaşmayan materyal ve formların birleştirilmesi. 

A.E.: “My Name is Eva”ya da zıtlıklar hakim; kötü adamlar ve iyi masum kızlar var. Çok minimal, beyazın hakim olduğu, sade volanlar ve bol kesimlerin öne çıktığı duru ve romantik bir yaz koleksiyonu hazırladık. Filmin karanlığıyla elbiselerin aydınlığı bir tezat oluşturuyor. Bizim koleksiyonlarımızın dokusu da bu zaten: zıtlıkların bir araya gelmesi. 

ELLE: Marie Schuller, filmin moda filminden öte gerçek bir film olduğunu vurguluyor. Moda filmlerinin gelişiminde “My Name is Eva”nin nasıl bir önemi/yeri var?

A.E.: “My Name is Eva”, İstanbul Moda Haftası tarafından “comission” edilmiş bir yapımdı. Filmin stylist’i kıyafetleri seçti, Marie de konusunu belirledi. Kendisi, İstanbul Moda Haftası’ndaki gösterim öncesindeki kısa panelde, en beğendiği çalışmasının bu olduğunu söyledi. Ona verdiğimiz yaratıcı özgürlükle moda filmi konseptinin sınırlarını zorladı ve ortaya gerçekten güzel ve sanatsal açıdan çok değişik bir çalışma çıktı. Bu deneysellik Marie’yi de bizi de çok heyecanlandırıyor. 

E.E.: Marie sürreal bir hava katmak için vintage anamorfik lensler kullandı. Gerçek bir barda çekildi, bizim için de stüdyo dışında gerçekleştirdiğimiz ilk çalışmaydı. Tıpkı bir kısa film prodüksiyonu gibi mekanın belirlenmesi, planların hazırlanması aşamalarını içerdi. Kuvvetli senaryosu da, karanlık ve pis bir barda karşı karşıya gelen peri gibi kızların yaşlı adamlarla bilardo ve poker gibi oyunlar oynaması üzerine kurulu. Güzelliğin ön plana çıktığı, peri masallarını andıran ince bir estetiğe art niyetli ve karanlık tonlar eşlik ediyor. 

ELLE: Geçtiğimiz İstanbul Moda Haftası’nda Yağmur Kızılok’un çektiği, 2018 kış koleksiyonunuzun göze çarptığı “İstanbul” filmi de gösterildi. Burada şehir ve koleksiyonunuzdan parçalar nasıl iç içe geçti? 

A.E.: Yağmur Kızılok’la Ece Sükan çok değişik ve hoş bir çalışma yaptılar. İstanbul ve İstanbul’un dokusu bizim 2018 sonbahar-kış koleksiyonumuzla çok örtüşüyor. Boğaz’daki mekanlar, İstanbul’un eski sokakları ve tarihi yarımada silüeti koleksiyondaki kıyafetlerle çok uyumlu. Bildiğiniz gibi, İstanbul kendine özgü coğrafyası, benzersiz tarihi ve doğasıyla Dice Kayek için her zaman eşsiz bir ilham kaynağı oldu.

E.E.: Şehrin ve Dice Kayek “couture”ün felsefesini çok iyi anlatan bir film oldu. Özellikle yabancılar tarafından çok beğenildi çünkü İstanbul’u, Ece Sükan’ın giydiği kıyafetlerle birlikte başka bir gözle görme fırsatı yakaladılar. Paris Moda Haftası’nda da çok ilgi gördü. 

MODADA DÜZEN DEĞİŞİYOR!

ELLE: Siz son beş sezondur defile yerine moda filmlerini tercih ediyorsunuz. Koleksiyonları defilelerden izlemeye alışık moda severler nasıl karşıladı bu yeni durumu? 

A.E.: Biz Paris Moda Haftası sırasında satış yapıyor ve koleksiyonumuzu dünya basınıyla paylaşıyoruz. Buraya gelenler New York, Londra ve Milano moda haftalarından sonra yorulmuş ve tükenmiş oluyorlar. Reklam veren dev markaların defilelerine bile zorunluluktan katılıyorlar. Kısacası herkes bitkin oluyor. Moda haftalarının büyük bir dönüşüme uğrayacağı konuşuluyor çünkü tüketiciler moda haftası sırasında sunulan her ürünü sosyal medyada görüyor ve bu kıyafetleri o sırada satın almak istiyor, altı ay beklemeyi arzu etmiyorlar. Zaten altı ay sonra o ürünler cazibesini kaybediyor. 

E.E.: 

Büyük markalar bu yeni duruma direnç gösterse de defilelerin dönüşüm geçireceğine, klasik düzenin değişeceğine inanıyoruz. Moda filmleri de bu dönüşümün en yeni habercileri. 

ELLE: Dediğiniz gibi her şey değişiyor. Peki değişen moda trendleri, eskiyen ve yerine yenileri gelen koleksiyonlar içinde yapısallığın ön planda olduğu, mimari formları yücelttiğiniz, konstrüktif ve heykelsi, “couture” ruhlu koleksiyonlarınız bu hıza ve değişime kafa tutuyor mu?

E.E.: Bu, Dice Kayek’in imzasıdır. Bir moda markasında olması gereken en önemli kapital, stildir. Bu stil de, “l’air du temps”a (zamanın ruhu) göre evrilir. 

A.E.: Baktığınızda her zaman ayırt edilen bir Dice Kayek çizgisi var ve de olmalı. Bir imzanız yoksa zaten uluslararası bir markaya dönüşemezsiniz. 

ELLE: Sizin için el işçiliğinin de önemi büyük. 

E.E.: Son dönemde zanaatkarlığın yükselişe geçtiğini görüyoruz. Kalite ve el işçiliğinin birleşmesiyle ortaya çıkan sonucun mükemmelliğinin farkında olan yeni bir tüketici kitlesi oluştu. “Couture” teknikleriyle dikilen hazır giyim kıyafetlerine olan ilgi giderek artarken hızlı moda markaları “couture” kartını kullanarak öne geçiyorlar. 

A.E.: Artık hızlı moda markalarıyla kimse yarışamıyor, onların karşısında kimsenin pek fazla şansı yok. 

DÜNYA MARKASI OLMAK İÇİN NE YAPMALI?

ELLE: Paris’te bir dünya markasına dönüşmeyi başardınız. Türkiye’de modayla, modanın gelişimi, Türk tasarımcıların yükselişiyle ilgili neler gözlemliyorsunuz? 

A.E.: 25 sene içinde Türkiye büyük bir evrim yaşadı. Uluslararası arenada isim yapma yolunda ilerleyen yeni tasarımcılar görüyoruz. Geçtiğimiz İstanbul Moda Haftası da oldukça başarılıydı. Öncelikle mekan seçimi çok iyiydi. İstanbul’dan Paris Moda Haftası’na gelen yabancı basın ve satın almacılar çok memnun kaldıklarını ve çok iyi ağırlandıklarını anlattılar. Zamanlaması kötü olmasına rağmen (New York Moda Haftası’yla çakıştı ve hemen ardından Londra Moda Haftası başladı) başarılı koleksiyonların sergilendiği iyi bir organizasyondu. 

E.E.: Genel olarak aksesuar tasarımcılarının yükselişte olduğunu söyleyebilirim. Geleceğe umutla bakıyoruz. 

ELLE: Yolun başındaki genç tasarımcılara nasıl önerileriniz olabilir? 

E.E.: İki yol deneyebilirler. Bir moda okulunu bitirdikten sonra iyi bir modaevine girip orada artistik direktör olmayı hedefleyebilirler. Fransızca “Maison” denen modaevlerinde tasarım bilgilerini geliştirip yeteneklerini konuşturabilir ve modaevinin altyapısı kuvvetli olduğu için de bundan yararlanabilirler. İkinci yolsa kendi markalarını yaratmak, ki bu çok zor ve acımasız bir süreç. Onun için de bugün işe büyük bir kapitalle başlamak lazım. Bu, 25 sene önce biz henüz yolun başındayken böyle değildi. Şimdi sıfırdan uluslararası bir marka yaratmak istiyorsanız iyi bir kapital dışında fuarlara katılmalı, uluslararası sahnede doğru insanlarla iletişimde olmalı ve çok iyi koleksiyonlara imza atmalısınız. Başarılı bir PR ve satış ekibi de şart elbette. Küçükten başlayıp adım adım büyümek diye bir şey söz konusu değil artık; çok büyük bir rekabetin olduğu bir sektörden bahsediyoruz. 

A.E.: Genç tasarımcılara en başından itibaren büyük bir özveriyle çalışmalarını öneriyorum. 

ELLE: İstanbul ve Paris’te yaşadınız ve yaşıyorsunuz. Doğu ve Batı’nın zıtlıklarını koleksiyonlarınıza taşıdınız. İki şehir sizin için ne ifade ediyor? 

A.E.: İstanbul’da en sevdiğim yer Boğaz, Paris’teyse bizim de oturduğumuz yer olan St. Germain-des-Pres Mahallesi. İstanbul’da Belgrad Ormanı’nda, Paris’te Quai d’Orsay’de yürümek hoşuma gidiyor. Bir de Paris’in benim için en vazgeçilmez mekanı, her gün mutlaka uğradığım Cafe de Flore. İstanbul’un kaosu, Paris’in de çok iyi bir düzeni ve güzelliği var. Birinin karmaşasıyla diğerinin sakinliği bir süre sonra insana fazla gelebiliyor. Dolayısıyla biraz orada biraz da burada yaşayarak dengeyi buluyorum.

E.E.: Benim İstanbul’da en beğendiğim yerler, Sarayburnu, Kapalıçarşı ve Ayasofya. Paris’teyse St. Germain-des-Pres’den vazgeçmem. Paris’teyken İstanbul’u, İstanbul’dayken de Paris’i özlüyorum. İstanbul’daki dostluk, aile bağları ve doğduğun yerde yaşamanın mutluluğu Paris’te özlemini çektiğimiz şeyler. Ama Paris de gerçekten çok güzel ve düzenli bir şehir. Paris’te yürümek o kadar keyifli ki... Ve en güzeli de yürürken dünyanın en güzel yerlerinden geçmek.

ELLE KASIM SAYISINDAN ALINMIŞTIR.

YAZI: SELİN MİLOŞYAN 

FOTOĞRAFLAR: MURAT SARGIN

 

Dergide Bu Ay

ELLE Mart Sayısı Çıktı!

ELLE Mart Sayısı Çıktı!

Baharı Hande Erçel ile karşılıyoruz.

BU SAYIDA NELER VAR?

E-Bülten Aboneliği

E-bültenimize şimdi abone olun,
magazin dünyasındaki tüm gelişmelerden anında haberiniz olsun.