Kapak Fotoğrafı: John Singer Sargent in his studio in Paris, 1884. Smithsonian Enstitüsü, Archives of American Art
Paris’te Musée d’Orsay’in yüksek tavanları altında dolaşırken tarih yalnızca izlediğim bir şey değildi; neredeyse üzerime giydiğim bir kumaş hissiyle etrafıma sarılıyordu. Salonun yumuşak ışıkları Sargent’ın kadınlarının siyah satenleri üzerinde kayarken zamanın kendisi de bir kumaş gibi drape oluyor, yüz yılın estetiği aniden “şimdi”ye dokunuyordu. Sergi boyunca hissettiğim şey bir retrospektiften çok bir karşılaşmaydı: sadece bir ressamla değil, modernliğin giydiği yüzlerle, kadınlığın nasıl sahneye çıktığıyla, couture’ün tarihte ilk kez bir kimlik enstrümanı haline gelişinin tam kalbiyle karşı karşıyaydım. Sanki her portrenin bakışı, bana bugün bile geçerliliğini kaybetmeyen bir cümle söylüyordu: Görünüş, yalnızca görünen değildir; yaşanan, inşa edilen, taşınan bir varoluştur. Paris’te, bir serginin tam ortasında, kumaşı adeta resimle dikiş tutturmuş bir estetik hafızanın içinde yürüdüm — ve Sargent’ın kadınları benimle birlikte sessizce yürümeye devam etti.
La Carmencita (Carmen Dauset Moreno), 1890
John Singer Sargent (1856–1925), yüzünü dünyaya Paris’te açmış, İngiliz aristokrasisinin gölgesinde olgunlaşmış bir “görünürlük kurgucusu”. Aslında Amerikalı fakat doğduğu coğrafya değil, temas ettiği sosyete onun kimliğini belirleyen.19. yüzyılın sonundaki gösterişli modernite ile yeni yüzyılın kırılgan gerçekliği arasında bir eşiği tuttu; tablolarında yalnızca insan yüzleri değil, temsil arzusunun kendisi poz verdi. Ününü 1880–1910 arasındaki portrelerle kazandı fakat bu ün, bir başarı hikayesinden ziyade bir dönemin son ışığını kayda geçiren görsel bir tutanak gibi. Sargent, portreyi bir “Ben buyum” cümlesi olmaktan çıkarıp içten içe “Ben böyle görünmek istiyorum” diyen daha gizli bir söyleme dönüştürdü.
Lady Agnew of Lochnaw, (Gertrude Vernon), 1892
Bir sanatçının aldığı estetik kararları gerçekten kavradığımız anda aslında yalnızca o tabloyu değil, kendimizi de okuyor oluruz. Çünkü estetik, yalnızca bir görme biçimi değil, bir “görünürlük kurma” meselesidir. Sargent’ın bir kumaşı nasıl koyduğu, bir omzu nasıl ışığa teslim ettiği, yalnızca modelin kim olduğunu değil, onun hangi gerçekliğe ait olduğunu anlatır. Fakat belki daha önemlisi, bizim neyi gerçek kabul ettiğimizi ifşa eder. Bir resme bakma biçimimiz, dünyayı görme biçimimizi belirler; dünyayı görme biçimimiz ise dünyanın bize nasıl bakacağını tayin eder. Bu yüzden Sargent’ı okurken aslında kendi varoluşumuzun kamusal yüzünü okuyoruz: görünüşle kurulan bir kimlik, bakışla inşa edilen bir gerçeklik. Sargent’ın portreleri elbette çoğu zaman ayrıcalıklı sınıfların kadınlarını taşır; pahalı kumaşlar, kusursuz dikimler ve aristokrat bir ihtişam… Fakat bugün baktığımızda o görünürlüğün üretim biçimi yalnızca o sınıfa ait bir mesele değildir. Kamusal imge dediğimiz şey artık hepimizin üzerine giydiği görünmez bir kostüm: sosyal medyada, ekranda, sokağın bakışında… Bir giysi yalnız kalmaz, bir bakışla çoğalır.
John Singer Sargent, otoportre
İnsan toplumu giysiyle mi kurar? Kimlik gerçekten giyinme biçiminden mi inşa edilir? Medeniyet dediğimiz şey, sonuçta yalnızca görünüş ve kostümden ibaret olabilir mi? Bu sorular ilk bakışta abartılı görünse de aslında çağımızın en temel gerçeğini fısıldıyor: görünürlük. Sargent’ın tablolarında giysi yalnızca bir estetik tercih değil, bir varlık beyanıdır. Beden kendini kumaşta bulur; statü, cinsiyet, sınıf ya da arzu, elbisenin ışığa verdiği tepkiyle kristalleşir. Bu yüzden Sargent’a bakmak, yalnızca bir portreye bakmak değildir, görünüşün bir kimlik üretme biçimi olduğunu kavramaktır. Ve belki de asıl sarsıcı olan, modernliğin hâlâ bu sorulara cevap arıyor oluşudur.
Portrait of Mrs Robert Harrison (Helen Smith), 1886
Thomas Carlyle "Sartor Resartus" kitabında, modern modanın düşünsel başlangıç noktalarından biri olarak giysiyi yalnızca bir süs değil bir dünya görüşü, hatta bir ontoloji biçimi olarak ele alır. Carlyle’a göre insan kendini elbise üzerinden kurar; medeniyet, görünüşün içinden konuşur. Sargent’ın portrelerine baktığımızda tam da bu düşüncenin resmedildiğini görürüz: Giysi burada bedenin dışındaki bir kabuk değil, kimliği var eden bir merkezdir. Sargent modeli yalnızca giydirmez, onu yeniden yazar; kumaşın hareketi, ışıkta parlayan bir saten ya da siyaha gömülen sessizlik kişinin ait olduğu dünyayı estetize eder. Tablodaki kıyafet aslında felsefi bir gerçektir: Görünürlük, bir kostüm değil bir varoluş biçimidir. Bu nedenle Sargent, portreyi resmetmekten çok, tıpkı Carlyle’ın söylediği gibi, “insanı giysisinden yeniden kurar”.
Bugün artık hepimiz, görünüşümüzü yalnızca yaşadığımız bedene değil, tüm dünyaya kaydeden bir zamandayız. Kim olduğumuzu bir fotoğrafla, bir ekranla, bir anlık bakışla yeniden kurmaya zorlayan dijital çağ, görünüşü bir yüzey olmaktan çıkarıp bir kimlik mimarisine dönüştürüyor. Sanki her gün, her paylaşımda, her “an”da kendimizi yeniden giydiriyor, yeniden kurguluyor, görünürlük adına yeni bir persona yaratıyoruz. Modernliğin vitrini artık sadece salonlarda değil ekranlarda, akışlarda, kaygan imaj teknolojilerinde, kendimizi gösterme ihtiyacımızın sonsuz tekrarında. Bu yüzden Sargent’ın kadınları bugün hâlâ bizimle konuşuyor: Çünkü görünmek, belki de en eski insan ihtiyacının dijital bir devamı. Digital ekranların yüzeyi de artık bir sahne, hatta çoğu zaman tek sahne. Fiziksel ya da dijital fark etmiyor, doğru görünmek hâlâ bir tür güven duygusu veriyor bize. Bir fotoğraf karesi, bir Zoom penceresi ya da Instagram akışında beliren saniyelik görüntüler, kimliğin özenle tasarlanmış bir versiyonunu dünyaya bırakma imkanı sunuyor. Hepimiz kendi gündelik sahnemizin sanat yönetmeniyiz sanki; bedenimizi, kıyafetimizi, bakışımızı sahneye yerleştiriyor, izleyiciyi –belki de kendimizi– ikna etmeye çalışıyoruz. Bu nedenle görünür olmak artık yalnızca var olmak değil, her gün yeniden kurgulanan bir temsil pratiği.
Portrait of Madame X (Virginie Amélie Avegno Gautreau), 1883 -1884
Artık hepimiz kendi görünürlüğümüzün küçük rejisörleri gibiyiz; ekranlara, fotoğraflara, dijital vitrinlere bıraktığımız her görüntüyle kendimizi yeniden kuruyoruz. Sargent’ın kadınları bir dönemin aristokrat salonlarından bugünün ekranlarına bakarken belki de bize en eski gerçeği fısıldıyor: Görünüş yalnızca bir yüzey değildir, varoluşun sahnesidir. Bir elbisenin ışığa değdiği an, bir bakışın zamansızlığına dönüşebilir. Ve tıpkı Sargent’ın fırçasında olduğu gibi, moda bazen yalnızca giyilen bir şey değil, kimliğin anlatıldığı en uzun cümledir. Belki de bu yüzden Sargent hâlâ bizim çağımıza dokunuyor çünkü görünür olmak hiçbir zaman yalnızca görünmekle ilgili olmadı.